The Turin Horse

18 Aralık 2011 Pazar



Palinkam bitti. Bir şişe verir misin? Rüzgâr çok şiddetli esiyor. Ortalığı mahvediyor.

- Neden mahvetsin ki?

Çünkü her şey mahvoluyor.Her şey değersizleşti.Fakat şunu söyleyebilirim ki,onlar mahvetti ve değersizleştirdi her şeyi.Çünkü sözde masumane insani yardımla gelen bir çeşit afet değil bu. Tam tersine. İnsanın kendi kararlarıyla ilgili bu, kendi kararlarının kendisinin önüne geçmesiyle. Tabii ki bunda Tanrı'nın da eli var, hatta bana kalırsa, büyük bir payı var. Ve bu pay ne olursa olsun, hayal edebileceğin en korkunç yaratılışa sahip. Çünkü görüyorsun sen de, dünya bayağılaştı.


Benim ne söylediğimin bir önemi de yok, çünkü her şey satın alınarak değersizleştirildi. Sinsi, alçakça bir savaşla ele geçirdiklerinden beri, her şeyi adileştirdiler. Her neye dokundularsa, ki her şeye dokundular, onu değersizleştirdiler. İşte bu nihai zafere kadar giden yoldu. Muzaffer bir sona doğru giden. Ele geçir, değersizleştir. Değersizleştir, ele geçir. Ya da istersen farklı şekilde de
ifade edeyim: Dokun, değersizleştir ve dolayısıyla ele geçir. Ya da; dokun, ele geçir ve dolayısıyla değersizleştir. Durum bu şekilde yüzyıllardır devam ediyor. Yüzyıldan yüzyıla, her çağda. Bazen sinsice, bazen kabaca, bazen kibarca, bazen acımasızca, ama durmaksızın devam ediyor. Değişmeyen tek şey ise şekli, pusudaki bir sıçan saldırısı gibi. Çünkü bu mükemmel zafer, diğer taraf için de aynı şekilde gerekliydi. Mükemmel, bir şekilde önemli ve asil olan her şey böylesi bir savaştan kaçınmalı.
Herhangi bir mücadeleye girmemeli, bu sadece bir tarafın aniden mükemmelliğini, büyüklüğünü ve asilliğini kaybetmesi demek. Şimdi kurdukları pusudan yönettikleri dünyaya saldırıyor bu kazanan galipler ve birilerinin onlardan bir şey saklayabileceği küçük bir köşe dahi yok. Ellerini attıkları her şey zaten onların çünkü. Ulaşamayacaklarını düşündüğümüz şeyler bile, ki onlar her yere ulaşır,
onların.Çünkü gökyüzü şimdiden onların, düşlerimizin olduğu gibi.Onların zaman, doğa ve sonsuz sessizlik. Hatta ahlaksızlık bile onların, anladın mı? Her şey ama her şey sonsuza dek kayboldu!

Ve o asil, önemli ve mükemmel pek çok şey orada kaldı, bilmem izah edebildim mi? O noktada çark ettiler, durup anlamaya başladılar, ve kabul etmek zorunda kaldılar, ne tanrının ne de tanrıların olmadığını. Mükemmel, önemli ve asil olanın ise bu doğruyu en başından beri anlayıp kabul etmesi gerekiyordu. Tabii onlar bunu anlamaktan oldukça yoksundu. İnanmış ve kabul etmişlerse de, bunu anlamamışlardı.Şaşkın ama boyun eğmemiş bir şekilde orada dururlarken bir şey oldu ve, beyinlerinde çakan bir kıvılcım, sonunda onları aydınlattı. Ve birden ne tanrının ne de tanrıların olmadığını fark ettiler. Birden ne iyinin ne de kötünün olmadığını gördüler. Akabinde görüp anladılar ki, eğer öyleyse aslında kendileri de yoktular! Söndüler, yanıp kül oldular dediğimiz an bunlar olmuş olabilir sanıyorum. Çayırda cayır cayır yanmaya bırakılan bir ateş gibi söndü ve yanıp kül oldu. Biri daimi kaybedendi, diğeri doğuştan kazanan. Mağlubiyet, galibiyet.

Mağlubiyet, galibiyet, ve bir gün, yine bu civarlarda, fark etmek zorunda kaldığım, ve sonunda fark ettiğim bir şey oldu, ben hatalıydım. Şu dünyada herhangi bir değişimin asla olmamış olduğunu, ve asla olamayacak oluşunu düşünürken,
gerçekten de hatalıydım. Çünkü, inan bana, artık biliyorum ki, bu değişim aslında gerçekleşti.

Deliliğe Övgü

15 Aralık 2011 Perşembe

...Demek ki bilimler, insanın hayatına askıntı olan öteki afetlerin arasında dünyaya gizlice giriverdiler. Onlar doğumlarını, bütün cinayetleri ve fesatları yaratanlara, yani ifritlere, isimlerini bu uğursuz bilimlerden alan felaketli cinlere borçludurlar.
Altın çağının insanları bu boşuna ve zararlı bilimleri hiç tanımazlardı; doğanın dürtülerine boyun eğerek içgüdülerine tatlı tatlı uyarlardı. Madem ki hepsinin bir tek dili vardı ve yalnız birbirlerini anlamak için konuşurlardı, o halde gramer nelerine yarardı? Madem aralarında hiçbir zaman boş kavgalara yol açacak karşıt düşünceler yoktu, o halde tartışmaya ne gereksimleri olurdu? Hiçbir kavgası olmayan kimselerin, retorik nelerine yarardı? Ahlakları daha temiz ve masum olan bu insanlar, cinayetleri cezalandırmak, ahlaksızlıkların önünü almak için bilge ve tedbirli kanunlar yapmayı nasıl düşüneceklerdi? Bunlar tanrılarına saygıyla dolu olduklarından, doğanın sırlarını çözmeye, yıldızların uzaklıklarını, dönüşlerini, etkilerini bilmeye, her şeyin gizli nedenlerini keşfetmeye uğraşan o kafirce meraka sahip değillerdir. Zavallı ölümlülerin zekalarına doğa tarafından çizilen sınırları geçmeye yeltenince, cinayet işlemiş olacaklarına inanırlar. Göğün öte tarafında neyin bulunduğunu bilmek isteğine gelince, bu, kafalarından asla geçmemiş olan bir çılgınlıktır.
Altın çağının masumluğu yavaş yavaş bozulunca, muzir cinler, evvelce dediğim gibi, bilim ve sanatları icat ettiler. İlkönce bunların sayısı azdı; pek az kişi bunlarla meşgul olurdu. Az sonra, Keldaniler'in boş inançları ve Grek'lerin işsiz güçsüzlüğü yüzünden, bunlardan pek çok sayıda icat olundu ve her biri zihinlere birer işkence kesildi. Zira, en önemsizlerinden biri olan gramer, tek başına bir adama bütün ömrünce eziyet etmeye yeter. Bununla beraber, bütün bu bilimler arasında, en faydalıları sağduyuyla yani delilikle en çok ilgili olanlardır. Teologlar açlıktan ölüyorlar, fizikçiler pinekliyorlar, astrologlarla alay ediliyor, münazaracılar hor görülüyor. Hekim ise, kendi başına bütün bu kimselerden daha değerlidir. Sanatının güç olmasına karşın, o ne kadar cahil, gafil, yüzsüzse, halkın hatta en zengin prenslerin güvenini de o oranda kolay kazanır. Zaten tıp özellikle çoğu hekimlerin bugün uyguladıkları şekilde olursa, bir çeşit yüze gülücükten başka bir şey değildir; bu bakımdan da retoriğe oldukça benzer. Hekimlerden sonra, hukukçular sırada ikinci yere layıktırlar; hatta, hakça düşünülürse, birinci yeri istemeye layık değil midirler, bilmiyorum. Her ne ise, bütün filozoflar (zira kendi hakkımda bunu söylemek istemem), onlarla alay etmekte, onlara eşek gözüyle bakmakta birbirleriyle uyuşurlar, fakat bu alemin büyük ve küçük işlerini keyiflerine göre düzenleyenler, gene bu eşeklerdir. Bu cahiller, gelirlerini artırırlar; oysa tanrısallığın bütün gizlerini bilen teolog, bir tabak kötü sebzeyi miskin miskin yer ve vücudunu kemiren haşarata karşı sürekli bir savaş vermek zorunda kalır.
Madem ki deliliğe yakın bilimler bizi, daha uzak olanlardan fazla mutlu eder, o halde bilimlerle hiç ilişkisi olmayan kişiler, saf doğadan başka rehberleri olmadığından, ne kadar mutludurlar. Onlar da insanlığa çizilmiş sınırlar içinde kaldıkça, bu sadık rehber tarafından hiç terk edilmezler. Doğa, onu örten ve engel olan her şeyin düşmanıdır, ve doğanın yetki eserleri, sanat tarafından bozulmamış olanlardır.
Öyle ya, bütün hayvanların en bahtiyarları, kural ve özentisiz yaşayıp doğa kanunlarından başka kanun tanımayanlar değil midir? Arılardan daha mutlu, hayranlığımıza daha layık bir hayvan var mıdır? Her ne kadar insan gibi beş duyuya sahip değillerse de, onların mimarisi, sizinkine sonsuz derecede üstün değil midir? Cumhuriyetleri sizin filozofların tasarladıklarından bin defa daha mükemmel değil mi?..

Trainspotting

16 Kasım 2011 Çarşamba



gençler tanışmışlar birbirlerini sevmişler, eh siz siz olun tanıdıklarınızı çok sevmeyin.

The Bothersome Man

3 Kasım 2011 Perşembe



Kek ister misiniz?

Melancholia

12 Ekim 2011 Çarşamba



nasıl olmasını isterdiniz ?

La Jetée

6 Ekim 2011 Perşembe



sadece fotoğraflardan kurulu bir gerçek... devam edip etmemek sizin elinizde.

Trzy kolory: Bialy

12 Eylül 2011 Pazartesi



istediğim tek şey eşitlik, nerede mi? en eşit olmayacak yer olan aşk'da.

Masculin féminin: 15 faits précis

6 Ağustos 2011 Cumartesi




- Masculin feminin için genclik hakkında bir filmdir denilebilir mi?

Godard - hayır, öyle oldugunu düşünmüyorum. daha çok gencligin fikri üzerine bir film. felsefi bir fikir ama pratik bir fikir değil. bir nevi geri tepkime gibi. daha genc bir bakış diyelim. eger insanlar 40 yasındayken bir tepkiye aynı yoldan tepki vermiyorlarsa, bu cok basit, cünkü henüz 19'undadırlar, 40 yasında değildirler. demek istedigim, bu genclik üzerine cekilmiş bir deneme ya da analiz değildir, hatta film bir cok acıdan romandan ziyade sosyolojiye daha yakındır. gencligin konusması olarak adlandıralım ama biraz müzikle alakalı, "genclige konçerto" gibi. bütün müzik notaları, romanlara girdikten sonra bir digerinden nasıl ayırtedilebilir, nasıl farklılaştırılabilinir, kelimeler genc, fakat anlamları işaretlerimden geliyor. gençligin henüz deforme olmamış izlerini aldım, -ki zaten o zaman bu izlerim henuz defalarca kez kullanılmamıstı, masculin feminin'de ilk kez kullanıldılar. şimdi üzerinden zaman gectikten sonra artık üzerine konusabilirim cünkü bu filmi yaptıgımda ne yapmak istedigim üzerine en ufak bir fikrim yoktu.

- Hikayenizin gidişatı bir maupassant hikayesi üzerinden mi yola cıkmıştı?

Godard: teorik olarak öyle evet, aslında başladıgım şey maupassant'ın "paul mistress" hikayesiydi, bu hikayde bir erkek bir kıza asık oluyor fakat işler o kadar da iyi gitmiyor cünkü kız başka bir kıza aşık. ve sonunda ben ne zaman kendimi yükseltmek için bir "duvar" kullansam, işler yoluna giriyordu, sonra baska bir şey kesfettim, kullandıgım duvarı unutmustum. genc insanlar tuttum, onlar da benimle ilgilendiler, cok profesyonel bir seyle ugrasıp ugrasmamam onları ilgilendirmiyordu pek. onları konusturdum, bu film için aslında bir tür yoklama denilebilir ama bu denilecekse eger, geniş çaplı bir yoklama denilmeli. herşeyin oldugu, nerde ve nasıl davranılacagının anlasılması gereken bir yoklama. gencler birbirleriyle konustukları her an birbirlerinin yoklamaya calısıyorlardı, erkek kızla konustugunda, kızı idrak etmeye calısıyor, ve kız erkege bir şey soylediginde onu anlamaya calısıyordu. ben de hepsinin bir tür haritasını aldım, onlarsa her biri, birbirinde bir iz bıraktı. "sürekli bir iz sürme, yoklama" denilebilir.



pc: Godard söyleşisi, ekşi sözlük kaynaklarından.

Satranç

12 Temmuz 2011 Salı

Kendime karşı oynamaya kalkıştığım andan itibaren,bilinçsizce meydan okumaya başlıyordum. Siyah ve beyazdan oluşan her iki ben de yarışa girişmeden edemiyordu ve her ikisi de yenmek,kazanmak için kendine göre bir hırsa,bir sabırsızlığa kapılıyordu;siyah olan ben,beyaz olan ben'in yapacağı her hamleyi heyecanla bekliyordu.bir tanesi bir yanlış yapınca ,öteki ben sevinçten havalara uçuyor ve aynı anda da kendi beceriksizliğine kızıyordu.

Kibrit Çöpleri

26 Haziran 2011 Pazar

Küçük bir sahil kasabasında yaşarlar.Görenler yeni evli sanırlar onları.Oysa hep kavga ederler.Kalabalıkta, meydandaki çay bahçesinde, sokakta artık nereye denk gelmişse...Uluorta insanların içinde, kendi evlerinin oturma odasında kavga ediyormuş gibi rahat rahat kavga ederler.O sırada etrafta olanları, yoldan geçenleri, durup bakanları asla umursamazlar. Seyredildiklerine aldırmaz, çevrelerine biriken kalabalığa dönüp bakmazlar bile.Onları kavgasını izlemeye herkes bayılır; çünkü onlar kavga ederken birbirlerini ne kadar sevdiklerini anlarsınız.

Başka hiçbir karı kocanın kavgasında göremeyeceğiniz kadar büyük bir sevgi, tutku, ateş ve sahiplenme vardır bağırış çağırışlarında.Ağızlarına geleni uluorta söylediklerinde bile, birbirleri için aziz olanı dokunmadıklarını, gurur kırıcı tek bir laf etmediklerini görürsünüz..Belki karı-koca olmalarına değil, ama aşklarına duydukları derin saygıyı görürsünüz.Birbirini bulmuş iki deliden çok, birbirini bulmuş iki aşık olduklarını görürsünüz.

Sylvia

23 Haziran 2011 Perşembe



2003 yapımı Ted Hughes ve Sylvia Plath ilişkisini anlatan bu parçamızı Sylvia Plath'ı hala tanımayanlara ithaf ediyoruz.

Beyaz Geceler

“Daha neler duyacaksınız Nastenka! Size Nastenka demekten hiç bıkmayacağım. Bu köşelerde yaşayanlar garip, hayalperest insanlardır. Bir hayalperest – eğer tam tanımını öğrenmek isterseniz- tam olarak insan sayılmaz. Cinsiyeti olmayan bir yaratıktır. Sanki gün ışığından bile saklanmak istiyormuş gibi, genellikle ulaşılmaz köşelerde oturmayı seven, bir kez köşesine çekilince de oraya salyangoz gibi yapışan, hatta bu bakımdan eviyle tek parça olabilen o komik hayvan kaplumbağaya da benzetilebilen bir yaratıktır. Sizce istisnasız yeşil boyalı, kirli, kasvetli ve mutlaka tütün kokan duvarlarına neden bu kadar düşkündürler? Yeni arkadaşlarından biri onu ziyarete geldiğinde – zaten çok az arkadaşı kalmıştır- neden bu tuhaf adam sıkılgan bir bakışla onu karşılar? Neden bu kadar huzursuzdur? Neden sanki evinde cinayet işlenmiş ya da sahte para basıyormuş gibi sıkılmaktadır? Ya da neden sanki bir matbaaya imzasız bir mektup yazıp ilişikte gönderdiği şiirlerin ölen bir dostuna ait olduğunu ve kutsal görevi olarak onları bastırmak istediğini söyleyip, aslında kendi şiirlerini gönderirken yakalanmış gibi utanır? Söylesenize bayan Nastenka, neden iki arkadaş arasındaki sohbette söz tıkanır? Zamansızca geliveren ve başka zaman olsa güle oynaya konuşan, şakalaşan şaşkın ziyaretçinin dudaklarından, neden tek bir kahkaha ya da nükteli bir kelime çıkmaz? Ya kadınlar hakkında sohbet? Ya başka tür neşeli konuşmalar? Peki neden, belki de yeni tanışılmış ve ilk ziyaretini yapan- ve bir daha da ikincisini yapmayacak olan- bu ziyaretçi kendisi de sıkılır; neden zekasına rağmen – tabii eğer varsa- durumu düzeltmeye çalışan, konuşmayı canlandırabilecek bir konu bulmak, kendisinin de bu dünyanın adamı olduğunu ve kadınlardan konuşabileceğini kanıtlamak için boşu boşuna çırpınmaktan altüst olan ev sahibinin şaşkın suratına bakınca dili tutulur? Ev sahibi yanlış yere gelmiş, yanlışlıkla uğramış gibi görünen zavallı konuğunu memnun etmek için elinden geleni yapar, en azından onu oyalayabilme konusunda endişeli olduğunu gösterir. Neden ziyaretçi aslında hiç var olmayan çok önemli bir iş randevusunu bahane ederek birden ayağa fırlayıp şapkasına uzanır ve ne kadar üzgün olduğunu göstermek, kaybettiği şey düzeltmek için boşu boşuna elinden geleni yapmaya çalışan ev sahibinden kendisini güçlükle kurtarmaya çalışır? Neden ziyaretçi kendisini kapının dışına atıverince kahkahasını koyuverir? Neden tuhaflığına rağmen hiç kuşkusuz mükemmel bir insan olan arkadaşının yanına bir daha uğramayacağına yeminler eder? Neden ziyareti boyunca elinde olmadan arkadaşının suratını çocuklar tarafından haince ele geçirilmiş ve her türlü aşağılanmaya maruz kalmış mutsuz bir kedi yavrusunun suratına benzetmekten kendini alamaz? Zavallı kedicik de işkencecilerden saklanmak için koltuğun altına, karanlığa gizlenir, ancak orada huzur bulur. Tüyleri diken diken olur, bir saat kadar ön patilerini yalayıp aşağılanmış yüzünü temizler, sonra da hayata, doğaya, hatta merhametli kahyanın efendisinin sofrasından alıp kendisine uzattığı artıklara bile düşmanlıkla bakar?

Eternity and a Day

7 Haziran 2011 Salı



Angelopoulos soruyor, Angelopoulos cevaplıyor. Siz mi? Siz sadece seyrediyorsunuz hem de kendi ağzıyla buğuladığı bir camın ardından.

La pianiste

31 Mayıs 2011 Salı


Aşk aptalca şeyler üstüne kurulmuştur serisinden.


Yeraltından Notlar

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Uzun bir süredir böyle yaşıyorum, belki yirmi yıldır. Şu an kırk yaşındayım. Eskiden çalışırdım, şimdi işi bıraktım. Aksi bir memurdum, kabaydım; böyle davranmak, bana haz verirdi. Rüşvet almadığım için kaba davranma hakkını kendimde buluyor, böylece avunuyordum. (Kötü bir espri ama karalamayacağım üzerini. Yazarken güzel olacağını sanmıştım; şu anda bunun böyle olmadığını ve sözlerimin çirkin bir böbürlenmeden öteye geçmediğim gayet iyi biliyorum. Böyle olduğunu bildiğim halde, yine de üzerini karalamayacağım!)

İşlerini yaptırmak üzere masama gelenlerle dişlerimi gıcırdatarak konuşur, birinin canını sıktım mı, büyük bir haz duyardım. Bunda da çoğu zaman başarılı olurdum. Böyleleri, genellikle pısırık olur. Sadece kendini beğenmiş bir subaydan nefret ederdim. Bir türlü yola gelmek bilmez, kılıcını şakırdatarak karşımda dikilirdi. Onunla kılıcı yüzünden tam bir buçuk yıl mücadele ettim. Sonunda kazanan taraf ben oldum ve o da kılıcını şakırdatmaktan vazgeçti. Gerçi bu, gençliğimde olmuş bir olay...

Ama sevgili okuyucularım, benim asıl kötülüğümün nereden geldiğini biliyor musunuz? Ben, bu kepazeliğimi her anımda, hatta en hırçın olduğum anlarda bile hissetmekten kendimi alamıyordum. Aslına bakılırsa, ne kötü, ne de hırçın biriydim. Bütün hareketlerim, eğlence olsun diye yaptığım saçmalıklardan ibaretti. Öfkemden ağzım köpürmüşken biraz olsun güleryüz gösterip, önüme şekerli bir bardak çay sürüldü mü yumuşayıverirdim. Üstelik duygulanırdım da... Ama sonradan kendime kızar, utancımdan aylarca uyuyamazdım. Huyum böyleydi işte. Biraz önce aksi bir memur olduğumu söylemiştim ya, yalan! Hıncımdan öyle söyledim. İşlerini yaptırmak için gelenlere de, subaya da iş olsun diye diklenirdim; gerçekte hiçbir zaman aksi biri olamadım. İçimde her an bunların tam tersi olan duyguların varlığını hissediyordum. Bu duyguların yaşamım boyunca beni bırakmadıklarını, dışarı taşmak için firsat kolladıklarını biliyordum. Fakat buna izin vermezdim; bile bile engel olurdum. Bu yüzden utançtan yerin dibine giriyor, öfkemden patlayacak hale geliyordum. Sonunda öylesine bir bezginlik verdiler ki, anlatamam! Bunları yazarken sanki pişmanmışım, özür diliyormuşum gibi bir halim mi var baylar?.. s.9-10

Une femme mariée

17 Mayıs 2011 Salı


Godard'ın şarkısı...

Törst

13 Mayıs 2011 Cuma


İnsan yalnız yaşayabilir mi? Yoksa cehenemden bile daha kötü müdür yalnız yaşamak? Bergman savaş sonrası toplum ve insan ilişkilerine yalnızlık, melankoli, birliktelik ve ahlak üzerinden bakıyor. Bergman sinemasının diline yabancı olmayan kişiler için yer yer farklılık eden konuşmalar (aforizmalar denilebilir) oldukça sıklıkta.

Vimeo

Hiçbir uyarı yapmadan 150 videoyu silen vimeo'yu tebrik eder bu nedenle seyredilemeyen vimeo linkleri için özür dileriz.

The Seventh Continent

11 Mayıs 2011 Çarşamba


Asıl tehlike aslında hiç beklemediğinizdir yani kendiniz! Haneke sizin ne kadar sıkışabileceğinizi görmek istiyor bir eve, bir arabaya, bir işe ama daha çok bir bedene.İnsan nasıl yok olurun cevabını nasıl var olunuyor üzerinden görmek için hala geç kalmış sayılmazsınız.

Die Ehe der Maria Braun

9 Mayıs 2011 Pazartesi


Fassbinder'ın kamerasından savaş sonrası Almanyasın'da yıkım, değişim yeni hayatlar, Maria değişen bu dünyada kendisine yer bulmak için kendini aşklarını yeniden tanımlıyor.

Caché

2 Mayıs 2011 Pazartesi


Neden böyleyiz birbirimize güvensiz? Neden birbirimizden uzak ve umursamaz. Vicdanlarımız alınmış gibi. Haneke sinemasından ne alırdınız bol gülümsemeler, güzel aşklarsa televizyonunuzu kapatma vaktiniz gelmişte geçiyor demektir. Çünkü siz bunu yapmazsanız birazdan Haneke yanıbaşınızda belirir ve elinde balyozla televizyonunuzu kırar.

Paris Sıkıntısı

27 Nisan 2011 Çarşamba

Çinliler kedilerin gözlerinden okurlar saati.

Bir gün, misyonerin biri, Nankin’in dış mahallelerinde dolaşırken, saatini unuttuğunu fark etti, küçük bir çocuğa saatin kaç olduğunu sordu.

Göksel imparatorluğunun çocuğu ilkin duraladı; sonra düşüncesini değiştirip karşılık verdi: “Şimdi söylerim.” Az sonra yeniden belirdi, kollarında kocaman bir kedi tutuyor, gözlerinin içine bakıyordu; duralamadan konuştu: “Tam öğle olmadı daha.” Doğru söylüyordu.

Ben de güzel Féline’e, öylesine güzel adlandırılmışa, hem türünün onuru, hem gönlümün övüncü, aklımın kokusu olana doğru eğildiğim zaman, ister gece, ister gündüz olsun, ışıkta olsun, yoğun karanlıkta olsun, tapılası gözlerinin derinliklerinde açık açık saati görürüm, hep aynı saati, uçsuz bucaksız, görkemli, uzayca büyük, dakika, saniye bölümü de bulunmayan bir saattir; saatler üzerine işlenmemiş, kımıltısız, gene de bir iç çekiş kadar hafif, bir bakış kadar hızlı bir saattir.

Ve bakışım bu güzelim kadran üzerinde dinlenirken, bir can-sıkıcı gelip de rahatımı kaçırırsa, dürüstlükten, hoşgörüden yoksun bir Dehâ adamı, bir engelleyici İfrit gelip de bana: “Neye bakıyorsun böyle özenle? Bu yaratığın gözlerinde ne arıyorsun? Orda saati mi görüyorsun, savurgan ve tembel ölümlü?” diyecek olursa, hiç duraksamadan verebilirim karşılığını: “Evet, saati görüyorum; vakit Sonsuzluk’tur!”

Ne dersiniz, hanımefendi, gerçekten değerli, sizin kadar şatafatlı bir aşk şiiri değil mi bu? Doğrusunu isterseniz, bu özentili yapıtı örerken o kadar zevk duydum ki, karşılığında hiçbir şey istemeyeceğim sizden.

The Seventh Seal

23 Nisan 2011 Cumartesi


Yedinci Mühür yalnızca bir film olmanın ötesinde zamana meydan okuyan bir başyapıt, Bergman sinemasında didiklenen o insan ve onun çevresinde dolaşan olgu ve formlar bu filmde bizlere Antonius Block karakteri ile ölüm arasında sunuluyor.

Hayatı, ölümü,sonsuzluğu ve Tanrı'yı sorgulayan ve bunları bulmaktan öte bir bilmeyi isteyen Antonius Block ve yardımcısının bir yol hikayesi. Kimine göre inanmaktan öte bir sorgulama eseri olan bu yapıt bir zaman sonra gerçeğin kaçınılmaz gerçeği ile başbaşa kalmanıza da yardımcı olabilir.

Shi

21 Nisan 2011 Perşembe


Bu sene İksv Film festivalinde de gösterilen bir başka filmde Shi (Şiir) geç yaşta keşfettiği bir sloganla hayatını sürdürmek isteyen Mija'nın şiirin doğasında olan ilhamı araması ve karşısına çıkan zorluklar karşısında kendisini ifade etmek için uğraştığı çaba konu alınıyor. Filmi tamamlayan yan unsurların içerisinde yer alan fedakarlık bu kez sevgi ve kötü arasına sıkışmış, belki de bu kez bu sıkışmışlık kendisini kağıtta ifade etmek için vardır.

Hanyo

20 Nisan 2011 Çarşamba


Bu sene İksv Film festivalinde de gösterilen Hanyo izleyicisine bir anne adayı üzerinden iktidar ve güç çatışmasının nasıl sonuçlar doğuracağını gözler önüne seriyor. Sinematografik ve senaryosu ile mesajının gerisinde kalsa da Güney Kore sinemasının gerilim üzerinden gerçek vurgusu bu filmde de mevcut. Çoğu kez güçlü olmak güçlü kalmanın ve o gücü her ne olursa olsun korumanın özerkliğinde bulunsa da bu kez o gücün kendisine aslında her an nasıl meydan okuyabildiğinide görüyoruz.

Wild Strawberries

17 Nisan 2011 Pazar


Geçmiş ve gelecek aynı zamanda olabilir mi?

Bergman bizlere öyle bir şölen sunuyor ki karşısında bir kez daha saygı duymaktan öteye gidemiyor insan. Blog içinde yer alan filmler hakkında söylenebilecek bir çok söz varken ben her zaman bunu izleyicinin kendisine bırakmayı uygun buldum. Birilerinin filmi nasıl anladığı bir diğerinin anladığı olsun isteği çoğu kez sinemanın doğasına vurulan ket gibi durmakta. Bu film için söylenebilecek yegane şey de benim için bundan ötede durmuyor evet Igor yalnız bir adam evet hataları ile yüzleşiyor belki de yüzleşmek zorunda olduğu gerçeğinden kaçamıyor ama kim ve neden en önemlisi de niye?

Bergman sunar...Wild Strawberries

Angst essen Seele auf

15 Nisan 2011 Cuma


Sen birisini sevmek zorundasın, ya başkaları... Beni sevmiyorlar bunu biliyorum çünkü bunu gözleriyle belli ediyorlar.

Mauvais sang


Biliyor musun Haley Kuyruklu Yıldızı, bu gece şehrin karla kaplı kısımlarını ısıtacak. Ya da aşk... En üstte ki kitap için yaşıyorum, bakarsın onun içinde biz vardır.

Der Baader Meinhof Komplex

11 Nisan 2011 Pazartesi


Ulrike Meinhof'un hayatından

Eger bir tas atılırsa bu kişisel bir suçtur...ama birden fazla taş atılırsa bu bir politik eylemdir...

Bir kişi bağırırsa kişisel bir suçtur...ama birden fazla kişi bağırırsa bu bir politik bir eylemdir...

Bir araba yakılırsa kişisel bir suçtur...ama birden fazla araba yaklırsa bu bir politik eylemdir...

Protestolar yanlışa karşi verilen bir direniştir...nerde bir protesto varsa orda yanlış var demektir...

Hani

10 Nisan 2011 Pazar

Hani yana yana dibine vurmuş bir mumun içinde oluşan oyuğun çeperi bir noktasında çatlamış, eriyik madde dışarı akmış, fitili de açıkta kalıp tükenmişken, çatlağı akmış maddeyle doldurup tıkayarak bitkin fitili yeniden yakınca, ufacık, güçsüz, belli belirsiz; ama, pırıl pırıl, yoğun, direngen -altı canlı mavi; üstü parlak sarı-bir alev elde edersin ya - onun gibi işte...

Paris, Texas



Seni sadece hayal ettiğimde daha kolaydı. bana cevap verdiğini bile hayal ediyordum. uzun konuşmalar yapıyorduk, sen ve ben. seni dinliyor, seni görüyor, seni kokluyordum... sesini duyuyordum... bazen sesin beni uyandırıyordu, sanki odada yanımdaymışssın gibi, beni gece yarısı uyandırıyordu... sonra, yavaş yavaş kayboldu. artık seni hayal edemiyordum, eskisi gibi yüksek sesle konuşmaya çalışıyordum; ama...orada yoktun..! seni duyamıyordum. sonra öylece vazgeçtim... ve her şey durdu...

Seul contre tous

7 Nisan 2011 Perşembe


Kaçıyorsun sen de herkes gibi, sadece bir tarafın olduğu için sana böyle gelmiyor. Yoksa senin içinde bulunduğun o anların her saniyesi birbirine neden geçirildiğini düşünüyorsun belki sen bile içinde var olmayacak kadar bir yoklukla nefesleniyorsundur. Kim bir anlamsız hayatın içinde kaldığını kabul eder, kim içinde o ansızın oluşan gerçeği yaşatabilir. Her şey serttir sert, olmadan var olmayacak bir değerin mi var? Birbirimiz arasında karar vermek zorunda kalabilir miyim? Ansızın bitirilecek bir zamanın gerçeği. Oh hayır, belki bir müddet daha senin için ama daha sonrası aslında başında olduğun o kabul edilemez anların kızgınlığını katıyor üzerime.

Boy Meets Girl

6 Nisan 2011 Çarşamba



Sessizliği çağıran filmler olmalı bir yerlerde, birileri sessizliği giymeli.Belki de benim için Boy Meets Girl bunların başında geliyor. Bazen izlemek konuşmanın ötesinde bir dil var ediyor.

Battle in Heaven

5 Nisan 2011 Salı


Ne istersen iste ama bil ki aslında biz farklıyız, bunu sana kim söyledi? Hayatlarımız...Carlos'un insan olmanın ötesine başkaladığı zıtlıklar. Kimse bu filmi sevmedi diye eleştirilemez çünkü insanın farklılıkları bunun için yeter.




pc: Film pornografik ögeler içerir.

Huzursuzluğun Kitabı

30 Mart 2011 Çarşamba

Bütün eylem adamları aslında enerjik ve iyimserdir, çünkü hiçbir şey hissetmezseniz mutlu olursunuz. Bir eylem adamını hep keyifli olmasından tanırsınız. Asık suratla çalışanlar ise, ikinci dereceden eylemci sayılır; hayatın içinde, genel, büyük hayatın içinde bir muhasebeci yardımcısı olabilirler, mesela benim gibi. Ama hiçbir şekilde olaylara ve insanlara hükmedemezler. Kumanda edebilmek için duyarlılık gerekir. Başkalarını yönetmenin yolu neşeli bir mizaca sahip olmaktır, çünkü hüzün, hisleri olanların harcıdır.

Cet obscur objet du désir


Arzunun belirsiz nesnesi ya da Bunuel'in gösterimiyle o istemenin kara mizahı. Bir şeyi ne kadar isteyebilirsiniz ve ne kadar isterken sizsiniz? Arzulanan nedir, arzuların zayıflığı sizi aslında istenen o nesneye mi dönüştürür.Bunuel tüm bu soruların cevaplarını bulmak için seyirciye bir sürpriz sunuyor filmde Conchita rolünü iki kadına oynatarak hem de aynı an da.

Yaşama Uğraşı

18 Şubat 2011 Cuma

Bir çeşit insan vardır ki, hayattan bir şey beklememeye alışmıştır; ne yaptığı bir iş, ne de çektiği acı için bir karşılık umar. Ne olursa olsun, hiç kimseden, hatta yardım ettiklerinden bile bir şey beklemez. Dolayısıyla, ancak dilediği zaman başkalarına yardım eder. Tıpkı benim gibi.

Kimbilir kaç kez o güvenli ve yerinde karara vardık: Ondan 'uzak duracak', ona sanki her şey şimdi başlıyormuş gibi davranacak, bu arada da onun her tutumunu biliyor olmanın getirdiği büyük avantaja sahip olacaktık. Ve kimbilir kaç kez bunu başaramadık? Niçinine bir bakalım. Yalnızlıkla bütünleşip onun karşısında kurban rolünü oynadık. Onun karşısında sakin ve hazır olmalısın; yalnızlığına dalmalısın. Artık kaya ol, dalga değil. '33'nte sandaldaki sağlamlığına yeniden kavuş. Boşalan içsel enerjini tazele. Rıza göster, talep etme. Bekle. Her dürtünün seni nerelere götüreceğini gör. O bildik alçaltıcı durumlara götüren bütün dürtülere egemen ol. Bunu yapamazsan, hiçbir şey yapamazsın.

The Passion of Anna

17 Şubat 2011 Perşembe



Bir çok Bergman filmi izlemiş olmama rağmen bu film ile kendi Bergman silüetimi farklılaştırdığımı düşünüyorum bunun sebebi olarak filmin içindeki yönetmenin deneysel duran oyuncularına yüklediği karakterleri analiz etme görevleri gösterilebilir ama hayır, Andreas'ın kendi içine yolculuğunu dışa vurduğu tiradı Anna'nın kendi olgusuna olan sözleri belki de buna sebeptir. Kim bilir belki de hiçbiridir.

Anna



Andreas

El Topo

15 Şubat 2011 Salı



“Köstebek yeraltında tüneller kazan bir hayvandır. Güneş arayışı içinde bazen yeryüzüne çıkar. Güneşi gördüğünde ise körleşir.” Şilili yönetmen Alejandro Jodorowsky'nin metafor bombardımanına bu sözlerle giriyoruz. 4 kısımdan oluşan hikayede akla gelebilecek bir sürü soru ve bir sürü cevapsız başlık bulmak mümkün sinemanın o cevap aramayışına ve sorunları dile getirişine teslim olmak gerekiyor. Alejandro Jodorowsky'de kendisini anlatırken Şili’de, Rus bir baba ve Rus kökenli Arjantinli bir anneden doğdum. “Çocuklar Rus olduğum için, gençler Yahudi olduğum için, Fransızlar Şilili olduğum için, Meksikalılar da Fransız olduğum için beni kabul etmediler, Amerikalılar ise beni Meksikalı zannettiler”. diyerek sadece bir yeri işaret etmenin anlamına saklıyor kendisini.

İşte Köstebek şimdi doğu ve batıyı dinleri ve ahlak'ı kendi penceresinden toprağın altından çıkartıyor.

The Cranes are Flying

14 Şubat 2011 Pazartesi


Gökyüzüne bak leylekler uçuyor bir gemi gibi süzülüyorlar. Ve savaş tüm yıkıcılığı ile şehirleri evleri yıkıyor, belki de bunlardan fazla insanları. Çaresizlik sarıyor tüm gökyüzünü leyleklerin aksine, ne olursa olsun umut her zaman taze kalmalı değil mi? Hem de her ne olursa olsun. Savaş ne denli kötü de olsa biz umutsuz olmamalıyız. Bir müddet uzaklara savrulacağız belki, birbirimizi göremeyeceğiz; olsun yeniden bir araya gelmek yeniden sevmek için belki de. Kim bilir belki o zaman leylekler yeniden gökyüzünde uçarlar.

Otoyol Uykusu

Köle ticaretinin insanın genel ahlak kaideleriyle bağdaşmadığını fark ettiğimden, görevden affımı istemiştim.Artık beyaz şahinimle uzun otoyol yolculuklarına çıkıyor, bir zamanlar otoyol üzerinde yaya olarak yaptığım çılgınlıkların bir eşini otomobille deniyordum. Yaptığım manevralarda ölümden kıl payı kurtuluyor olmam, beni bütün derdimin ölüm denen o eşsiz hadiseyle hesaplaşmak, onunla yarışmak olduğu yolunda bir kanıya vardırmıştı. Otomobilimin arkasına bir edebiyat dergisinden aklımda kalan iki dizeyi hislerime tercüman olsunlar kabilinden kocaman harfle yazmış ve maceraperestliğimin harikulade bir ifadesi olarak gördüğüm bu dizelerin sahibine minnet duymuştum. "Yar ölüm benimlen yarışıyor / Daha güzel bir sevgili olmaya"

Otoyollarda direksiyon başında geçen uzun saatlerde yepyeni bir alışkanlık edinmiştim. Bir süre sonra düşler ummanına dalıyor, ne uyur ne de uyanık bir halde zamanın koca boşluğunda salınıp duruyordum. Kimileyin gezegenlerde Küçük Prens'le dünya ahvali üzerine gevezeliklere dalıyor, kimileyin Nemeçek'le birlik edip Palm Sokağı'nı kurtarıyordum.Düşlerden birinde Çöp Kız Selma ile Pippi Uzunçorap'ın akraba olduklarını keşfettim.Keşfimi onlara açtığımda elele tutuştular ve gülümseyerek bana baktılar. Ne kadar da safsın dediler...

Vargtimmen

13 Şubat 2011 Pazar



Yine gece olacak ve biz uyuyamayacağız. Belki de saniyeler sandığımızdan daha uzundur ve uzun süre beraber yaşamak değil midir insanları birbirlerine benzeten? Kukları yapanlar hayellerimizide yapıyorlar. Ben kimim? Kıskanç birisi miyim sadece? Bu ada bu ev bu şato nereye aitiz.

Budala

Prens, odanın bir köşesinde oturmuş özenle yazısını hazırlarken bütün bu konuşmaları duymuştu.Yazsını bitirerek masaya yaklaştı, kağıdı Genarel'e uzattı.O arada potreye dikkatlice ve merakla baktıktan sonra, demek Nastasya Filippovna bu ha dedi? ve hemen içtenlikle ekledi. İnanılmaz derecede güzel bir kadın. Gerçekten de çok güzel bir kadının resmiydi bu. Üzerinde son derece sade, siyah, zarif ipek bir elbise vardı.Koyu kumral saçları basit ve özensiz bir biçimde toplanmıştı.Koyu renkli gözlerinin bakışları çok derindi; alnının düşünceli bir ifadesi vardı.Yüzündeki anlatım ihtiraslı ve gururluydu.Ancak yüzü biraz zayıf ve solgundu

Europa

12 Şubat 2011 Cumartesi



Şimdi sesimi dikkatle dinleyin biraz sonra her sayı ve sözcükle biraz daha geçmişe gideceksiniz. Bir,iki,üç... 1945 Almanya'sında, müttefik güçlerin kontrolünde savaşın hemen sonrasındasınız. Burası Avrupa. Her türlü olumsuzluğa rağmen trenleri hayal edin şimdi de seslerini duymaya çalışın. Kimleri taşıdığını kimlere hizmet ettiğini ve nereye gitiklerini eğer bir trendeyseniz arada kalmışsınız demektir iki tarafın tam ortasında bir tarafa bağlı olmayışınızın temsiliyetiyle. Ne Alman ne de Amerikalı ne yeni ne eski ne geçmiş ne de gelecek ya da siyah ile beyaz arasında gidip gelen birisi mi demeliyim.

Her Şeyin Sonundayım

Ankara, Ekim, 1966 Odanın içinde geziyorum. Bazı bazı burada gezinmem gerekiyor.Resimlere, duvarlara, kendi resimlerime bakıyorum.Hep Bach'ın süitlerinin ilk kısmını dinliyorum.Hiç yemek yemedim bugün.Öyle sanıyorum ki artık hiç yemek yemeyeceğim.Uyumayacağım.Çünkü artık uyuyan ben değilim.Ben beni bunaltıyor.Ben'in yazdığı bu satırlar canımı sıkıyor benim. Tezer

Bir ben.Diğer benler gibi.Bugün eski ben'lerimden biri olduğumu duydum.Karşılıklı gülsek.Gülebilir miyiz dersin?Gülebilir misin?

Bu gece okuyacak bir şey bulamıyorum.Bugün senin Bozgun'u okumaya çalıştım.Üç kelime okuyabildim. Elim, elimden çıkan kelimeler benden uzaklaşıyor.Bu satırlar ben değil artık. Kafamdan geçenleri yazamam. Bir şey geçmiyor çünkü

Kárhozat

11 Şubat 2011 Cuma


Lanetli bir aşk mı? Yoksa varolmanın o ezici ağırlığında kaybolan insanın sessizliği mi? Kamera dakikalarca planın üzerinde kalır bitmyecek sanılan o anların hissi öylesine kuvvetli belli ederki kendisini insan şimdi delireceğim tam şimdi delirmeliyim demeyi bekler. Dış dünyanın seslerine kulak verirsiniz her sahnesinde bu bazen bir çekicin inip kalkması bazen rayların sesleri bazen de fabrikanın çarklarıdır. Gerçeğin acıtıcılığını duyurur sesler. Sevgi lanetlemiştir.


"Sana inandığım şekilde inanabileceğim birisinin olacağına daha önce inanmıyordum. Birisi beni konuşmaya değeceğine inandırdı. Seni anlıyorum, seni sevdiğimi fark ettim ve bu sevgi bitmeyecek. Sen bu öykünün dışında kalabilirsin. Bir şey istemiyorum..."

Bu Bir Pipo Değildir

10 Şubat 2011 Perşembe

Gördüğünüz gördüğümüz müdür? Bu bir pipodur.Mudur? Birinci çizim sadece yalınlığıyla şaşkınlık uyandırır. İkincisi kasıtlı belirsizlikleri göz önüne serip çoğaltıyor. Şövalenin üzerinde dik duran ve ahşap kamalara dayanan çerçeve, bir ressamın tablosunun söz konusu olduğunu belirtiyor.

Certified Copy

8 Şubat 2011 Salı


Bir çift nasıl olmalıdır ? Hayır, hayır bir çift nasıl görünebilir. Hayaller, beklentiler ve gerçek Abbas Kiarostami'nin gözünden...


Milena'ya Mektuplar

Anladığım kadarı ile Milena ikimiz de çok çekingen ve ürkek kişileriz. Birbirimize gönderdiğimiz mektuplar o kadar çekingen o kadar korku dolu ki. Cevaplar dersen onlar ayrı bir korku kaynağı ikimize de doğuştan gelmemiş bu özellikler ama ben de huy edinmiş artık. Bir odadayız Milena. Birbirine bakan iki kapının ardındayız ama ayrı ayrı. Biri açacak olsa diğeri hemen ürküp kapıyor kapıyı. Halbuki bu iki kişi ürkeklik olarak bu kadar benzemeseler, biri diğerine hiç aldırış etmese açsa kapıyı çıksa dışarı odayı düzenlese. Ama hayır o da en az diğeri kadar ürküyor ve saklanıyor kapısının ardına ve o güzelim oda bomboş kalıyor ortada.

Ah Milena... Denize düşmüşüz sanki, elimizde olmadan oradan oraya sürükleniyoruz... Boğulmuyorsak, bu da kötülük olsun diyedir. Hergün yazma diye yakarmıştım geçenlerde, yalanım yoktu, içten bir dilekti bu, korkuyordum mektuplarından, rahatlıyordum mektup gelmeyince; bir mektubunu görünce masamın üstünde, bütün gücümü toparlamam gerekiyordu, gücüm hiç ama hiç yetmiyordu- gene de: Bugün şu iki kartın gelemseydi mutsuz olacaktım, hem de ne türlü. Sağol Milena.

Yeryüzünün şu itişip kakışmasını hiçe sayarak, yalnız ikimizi ilgilendiren konulardan söz edebiliyorum sana. Bütün öteki olaylar ilgilendirmez oldu beni. Kötü, çok kötü! Ama ne gelir elden? Dilim dönmüyor, başımı göğsüne dayamış kalmışım öylece.

Balkonda aç bir serçe duruyor ben de ekmek kırıntılarını odanın içine bırakıyorum. Aç olduğu halde, yaşamak için buna ihtiyaç olduğu halde tedirgin bekliyor. Çünkü içerisi onun için bilinmeyen karanlık bir yer. Ekmek onu kendisine çekiyor o da odanın içinde sayılır her şeyiyle bunu istiyor. Sonra silkinip kendine geliyor ve kaçıp gidiyor. Biliyorum kıpırdayıp korkutmasaydım onu korkup kaçmayacaktı oradan. Gelip ihtiyacı olan ekmeği alıp gidecekti…

Yes

7 Şubat 2011 Pazartesi


Mutlu görünen bir evlilik, farklı medeniyetler. İlgisizlik ve aşk. Şiir sinemaya dönüşüyor.

Hitchcock Ya da bir filmi yeniden çekmenin özel bir yolu var mı?

Madeleine'nin saç kesiminde yinelenen buklesi olarak; sonra kilise kulesinin uçurum çemberi olarak ve son olarak eski püskü otel odasında tutkuyla kuçaklaşmış.

The Diving Bell and the Butterfly

21 Ocak 2011 Cuma



Jean-Dominique Bauby 43 yaşında hastalanacak ve bütün kas kontrolünü kaybedip hayatının tüm kontrolünü sol göz kapağına bırakacaktır. Ama asıl onu çaresiz kılan beyninin ve kulaklarının da sol göz kapağı ile çalışmasıdır.

Terapisti Henriette’ in hazırladığı özel alfabe ile, her seferde sadece bir harfe gözünü kırparak hayatını anlatan bir kitap yazmaya karar verir Bauby. Peki bunu yapabilecek midir?

Zaman Dışı Yaşam

Düş.Kadın ardında bir kapıyı kapatır.Girdiği mekan kapkaranlıktır.Hemen ardında binlerce mumun yandığını görür.Mum ışıkları çok küçüktür.Birden bir fare sıçrar.Sonra bir yığın fare.Bağırır.Düşünde çocuk haliyle büyükannenin yatağına girer.Büyükanne yuvarlak gözlükleri takmıştır.Yaşlar iki yanağından akar. Çocuk: Ağlıyor musun büyükanne? Büyükanne:Hayır, gözlerim akıyor. Çocuk: Gözyaşlarına çok alışık olduklarından