Nostalghia

26 Aralık 2010 Pazar


Bu bir Tarkovsky sinemasıdır. "Bir damla ve bir damla daha iki damla etmez. daha buyuk bir damla eder."



Tanınmış bir Rus şair olan Andrei, 18. yüzyılda yaşamış ve Bolonya'da eğitim görmüş memleketlisi müzisyen Sosnovsky'nin hayatını araştırmak için İtalya'ya gelir. Güzel İtalyan tercümanı eşliğinde Toskana'dayken mutsuz evliliğinin, karısının ve çocuklarının Rusya'daki hatırası onu avlar. Seyahati giderek içsel bir serüvene dönüşürken mistik bir aydınlanma, şairin yolunu aydınlatacaktır.

Bilinmeyen Adanın Öyküsü

Adamın biri kralın kapısını çalmış ve demiş ki, Bana bir tekne ver. Kralın evinin daha birçok kapısı varmış, ama bu kapı, dileklere mahsus kılınmış olan kapıymış. Tüm zamanım hediyeler kapısının önünde bekleyerek geçirdiğinden (krallara sunulan türden hediyeler, bilirsiniz işte), dilekler kapısı çalındığında, duymamazlıktan gelirmiş kral, ancak kapıyı döven bronz tokmağın sesi durmak bilmez, kulak tırmalayıcı olmaktan çıkıp bir rezalete yol açacak biçimde komşuları huzursuz etmeye başlarsa (insanlar söylenmeye başlarmış, Kapıyı açmaya bile gücü yetmiyorsa, ne biçim kral bu böyle), ancak bundan sonra birinci kâtibe seslenirmiş ve dilencinin ne istediğini öğrenmesini buyururmuş, tabii onu susturmanın başka bir yolunu bulmak ihtimaller dahilinde değilse. Ardından birinci kâtip, ikinci kâtibe haber verirmiş ki o da üçüncü kâtibi çağırırmış ve üçüncü kâtipse birinci hizmetliye emirler verirmiş, bunun ardından birinci hizmetli emirleri ikinci hizmetliye iletirmiş, işte böylece, emirler aşağılara, ta temizlikçi kadına kadar ulaşırmış, artık onun da emir verecek kimsesi olmadığından, kapıyı azıcık aralarmış ve aralıktan sorarmış, Söyle, nedir isteğin

To Each His Own Cinema

23 Aralık 2010 Perşembe


Cannes film festivalinin 60. yili serefine hazirlanan 'yonetmenlerin sinemalarindan' 33 kısa filme hazır mısınız...

01 Raymond Depardon – Cinéma d'été (Open-Air Cinema)

02 Takeshi Kitano – One Fine Day

03 Theo Angelopoulos – Trois minutes (Three Minutes)


04 Andrei Konchalovsky – Dans le noir (In the Dark)

05 Nanni Moretti – Diaro di uno spettatore (Diary of a Moviegoer)

06 Hou Hsiao-hsien – The Electric Princess House

07 Jean-Pierre and Luc Dardenne – Dans l'obscurité (Darkness)

08 David Lynch – Absurda

09 Alejandro González Iñárritu – Anna


10 Zhang Yimou – En regardant le film (Movie Night)

11 Amos Gitai – Le Dibbouk de Haifa (The Dybbuk of Haifa)

12 Jane Campion – The Lady Bug

13 Atom Egoyan – Artaud Double Bill

14 Aki Kaurismäki – La Fonderie (The Foundry)

15 Olivier Assayas – Recrudescence (Upsurge)

16 Youssef Chahine – 47 ans après (47 Years Later)

17 Tsai Ming-liang – It's a Dream

18 Lars von Trier – Occupations

19 Raoul Ruiz – Le Don (The Gift)

20 Claude Lelouch – Cinéma de boulevard (The Cinema Around the Corner)

21 Gus Van Sant – First Kiss

22 Roman Polanski – Cinéma érotique

23 Michael Cimino – No Translation Needed

24 David Cronenberg – At the Suicide of the Last Jew in the World in the Last Cinema in the World

25 Wong Kar Wai – I Travelled 9000km To Give It To You

26 Abbas Kiarostami – Where Is My Romeo?

27 Bille August – The Last Dating Show

28 Elia Suleiman – Irtebak (Awkward)

29 Manoel de Oliveira – Rencontre unique (Sole Meeting)

30 Walter Salles – À 8.944km de Cannes (5.557 Miles From Cannes)

31 Wim Wenders – War in Peace

32 Chen Kaige – Zhanxiou Village

33 Ken Loach – Happy Ending

34 Joel and Ethan Coen – World Cinema

Cüce

Aslında sen insanda bulunan değerli yanların onların varlığını keşfeden başka insanlar olmadan bir değer olmayacaklarınada inanmaktasın! Korkun bu senin. Seninle kurulan bazı ölmez dostlukların dibinde yatan da budur biliyorsun. Senin onlarda, onların sende buldukları.Ama nerede onlar şimdi? Tümü de yitip gitti.Sendeki değerlere tanıklık edecek olanları yitirdin bir bir, sana tanıklık edecek en yakın dostlarını. Korkun bu senin. Sen ne çok yaşadın. Bittin sen artık; öl, öl!.. s.31

The Red and the White

21 Aralık 2010 Salı



Miklós Jancsó devrim ertesi Rus iç savaşını nasıl anlatabilirdi bizlere ? Uzun sekanslı planlar zengin görsel bir içerik harika kamera açılarıyla mı ? Bu filmde bunların hepsi var ama ya daha fazlası... İşte tam burada Jancsó insanın değer yargılarının savaşın ellerinden nasıl bir vahşete dönüştüğünü taraflı tarafsız herkesin gözlerinin önüne seriyor.

"Yıl 1919. Devrim ertesi, iç savaş boyunca, Sovyet güçleri yeni rejimlerini yabancılara ve dış destekli, devrim aleyhtarı Beyazlar'a karşı 21 cephede savunmaktadır. Hikaye, Macar gönüllülerinin de savunma hattına katıldığı bir cephede geçmektedir. Mekan, her iki tarafın da ele geçirdiğinde hastane ve garnizon olarak kullandığı terk edilmiş bir manastırdır."

V.

20 Aralık 2010 Pazartesi


                                      


Edip! hadisenin korkunç sebebindeki an ne..
dip! diyorsun ama, trajedinin boynundaki yaldız bir
ip! gidiyorsun kovulduğun cennetin meyvesine..
Edip! sürüklenişimizdeki muhteşem zen ne..
dip! diyorsun ama, rahimde peygamber dolanan
ip! kopmuyor bazı zamansız doğumlarda..
Edip! cazsever miydi senin soyadının aslı ne..


"Bir Çift Siyah Deri Eldiven"den.

Ivan's Childhood

19 Aralık 2010 Pazar



Bir varoluş, Andrei Tarkovsky sinemasıyla insanı rahatsız eden insana dair acıların ve hassasiyetlerin ne olduğunu bir kez daha sinema ile insanlara sunuyor.

Bir çocuk asla sadece bir çocuk değildir. Çocuk bir insandır.

Mühürlenmiş Zaman

İnsanlar arasında ilişki öyle şekil almıştır ki, sonuçta hiç kimse kendinden bir şey beklememekte, herkes kendisini etik çabalardan soyutlayarak kendisiyle ilgili talepleri diğer insanların, bir anlamda tüm insanlığın sırtına yıkmaktadır. Uyumlu olmak, kendini feda etmek, geleceğin inşasına katılmak; bunlar hep başkalarından beklenen hasletlerdendir. Kişinin kendisi bu sürece hiçbir şekilde katılmamakta, dünyada olup bitenlerden kişi olarak kendisini sorumlu tutmamaktadır. Bu sorumluluktan kaçmak, kendi bireyci çıkarlarını genelin yüce görevlerine feda etmemek için de binlerce neden öne sürmektedir. Hiç kimsede dönüp kendine bakacak, kendi hayatına, kendi ruhuna karşı olan sorumluluğunu ele alacak ne bir istek, ne de cesaret vardır.

Perdeye yansıyan “rüyanın öyküsü” hayatın görünür, doğal biçimlerinden oluşturulmalıdır. ama bazen bu öykü şu şekilde de yansıtılabiliyor: ağır çekim ya da sis bulutu yardıma çağrılıyor, modası geçmiş yöntemlere başvurulabiliyor ya da uygun bir gürültü yapılıyor. ve bu konuda artık eğitilmiş seyirci de hemen beklenen tepkiyi gösteriyor: “evet, bak şimdi hatırlamaya başladı!” “kadın bunu rüyasında görüyor demek!” ne var ki bu tür esrarengiz görünüşlü betimlemelerle rüyanın ya da anıların filmsel bir etkisini yaratmak mümkün değil.

Europa Europa

17 Aralık 2010 Cuma



Hayatta kalabilmek için ne olmalı insan? Agnieszka Holland yönetmenliğinde Europa Europa faşizmin din, dil ve ırk gözetmeden bir insana neler yapabileceğini gözler önüne seriyor.

Çürümenin Kitabı

16 Aralık 2010 Perşembe

Aslında her fikir yansızdır, ya da öyle olmalıdır; ama insan onu canlandırır, alevlerini ve cinnetlerini yansıtır ona; saflığını yitirmiş, inanca dönüştürülmüş fikir, zaman içindeki yerini alır, bir olay çehresine bürünür: Mantıktan sara hastalığına geçiş tamamlanmış olur… İdeolojiler, doktrinler ve kanlı şakalar böyle doğar. İçgüdüsel olarak putlara taptığımızdan, düşlerimizin ve çıkarlarımızın nesnelerini kayıtsız şartsız şeyler haline getiririz. Tarih, bir Sahte Mutlaklar Geçidi’nden, bahaneler adına dikilmiş bir tapınaklar dizisinden, zihnin Gayri Muhtemel önünde küçülmesinden ibarettir. Dinden uzaklaştığında bile insan dine tâbi kalır; bütün çabasıyla tanrı benzerleri yaratır, sonra da benimser bunları ateşlilikle: İçindeki kurgu ihtiyacı, mitoloji ihtiyacı, apaçık gerçeğin ve gülünçlüğün üstesinden gelir. Bütün cinayetlerinin sorumluluğu tapma gücündedir: Bir tanrıyı yakışıksızca seven kişi, başkalarını da onu sevmeye zorlar, buna razı olmazlarsa onları yok etmeye de hazırdır. Hiçbir hoşgörüsüzlük, ideolojik taviz vermezlik veya din yayıcılığı yoktur ki, şevkin hayvanî temelini açığa vurmasın. Hele insan ilgisizlik melekesi’ni bir yitirsin: Potansiyel bir katil haline gelir. Hele fikrini tanrıya dönüştürsün: Bunun sonuçları sayılamayacak kadar çoktur. Ancak bir tanrı ya da tanrı taklitleri adına insan öldürülür: Akıl Tanrıçası’nın, ulus, sınıf ya da ırk fikrinin yol açtığı aşırılıklar Engizisyon’un ya da Reform’un-kilerle akrabadır. Kanlı marifetler konusunda coşku dönemlerinin üzerine yoktur: Azize Tereza ancak yakılan insanlarla çağdaş olabilirdi, Luther de köylü katliamlarıyla… Mistik krizlerde, kurban iniltileriyle vecd iniltileri birbirine paraleldir… Darağaçları, zındanlar, hücreler, ancak bir imanın gölgesinde çoğalır – ruhu hepten sarmış olan o inanma ihtiyacının gölgesinde. Bir doğruyu, kendi doğrusunu elinde bulunduran kişinin yanında şeytan bile epey soluk kalır. Neronlar’a, Tiberiuslar’a karşı adaletsiz davranıyoruz: Ayrılıkçılık kavramını hiç de onlar icat etmemiştir: Katliamlarla kendini oyalayan, çığrından çıkmış hayalciler olmuşlardır sadece. Hakikî katiller, dinî veya siyasî düzeyde bir ortodoksluk kuranlardır; mümin ile mezhep sapkını arasında ayrım yapanlardır. Fikirlerin birbirinin yerine geçebildiğini kabullenmemekte ısrar edilince, kan akar… Kesin kararların altından bir hançer yükselir; alevli gözler cinayet habercisidir. Hamlet’ten etkilenmiş mütereddit bir ruh asla zarara yol açmamıştır: Kötülüğün ilkesi irade gerilimindedir, huzuru yaşayamamaktadır; tıka basa ideallerle dolu, kanaatlerinin ağırlığı altında patlayan ve şüpheyle tembelliği –bütün faziletlerinden daha soylu zaafları– alaya almakla gönül eğlemiş olduğu için, mahvolduğu bir yola, tarihe, o densiz sıradanlık ve kıyamet karışımına girmiş olan bir ırkın Prometheus’vâri megalomanisindedir… Orada kesinlikler çoktur: Bunları kaldırın, özellikle de sonuçlarını kaldırın: Cenneti yeniden kurarsınız. Düşüş, bir doğrunun peşine takılma ve onu bulmuş olmaktan emin olma değilse; bir dogma için duyulan tutku, bir dogmanın içine yerleşme değilse nedir? Bundan fanatizm doğar –insana işgörür olma, peygamberlik yapma ve terör zevkini veren temel kusur–, o lirik cüzzam aracılığıyla ruhlara bulaşır, boyun eğdirir; onları ezer ya da taşkınlaştırır… Bunun elinden bir tek kuşkucular kurtulur (ya da miskinler ve estetler), çünkü hiçbir şey önermezler, çünkü –insanlığın hakikî velinimetleri olan onlar– tarafgirlikleri yok eder ve içlerindeki sayıklamayı tahlil ederler. Bir Pyrrhon’un(*) yanında, kendimi bir Aziz Paulus’un yanında olduğundan daha güvenlikte hissederim; nüktedan bir bilgeliğin, zincirinden boşanmış bir azizlikten daha yumuşak olması nedeniyle… Ateşli bir ruhta, kılık değiştirmiş bir avcı hayvan bulunur; kişi, bir peygamberin pençelerinden kolay kolay kurtulamaz… İster sema adına, ister site veya başka bahaneler adına sesini yükselttiğinde, uzaklaşın ondan: Yalnızlığınızın satiridir, onun hakikatlerinin ve taşkınlıklarının berisinde yaşamanızı affetmez; histerisini, varını yoğunu onunla paylaşmanızı ister; bunu size dayatmak ve sizi tanınmaz hale getirmek ister. Bir inanç tarafından ele geçirilip onu ötekilere iletmeye çalışmayan insan, selâmet saplantısının hayatı soluksuz bıraktığı bir yer olan yeryüzüne yabancı bir olaydır. Etrafınıza bakın: Her tarafta vaaz veren solucanlar; her kurum bir misyonu dile getirir; tapınaklar gibi belediyelerin de mutlakları vardır; yönetimin ise yönetmelikleri – maymunların kullanımına yönelik metafizik… Hepsi de bütün insanların yaşamına çare bulmaya çabalar: Dilenciler ve şifasız hastalar bile buna can atarlar: Dünya kaldırımları ve hastaneler reformcularla dolup taşar. Olay kaynağı haline gelme isteği, her birinin üzerine zihinsel bir karışıklık, ya da kişinin kendi istediği bir lânet gibi etki eder. Toplum – bir kurtarıcılar cehennemi! Diogenes’in elinde lambasıyla aradığı, ilgisiz biriydi… Birisinin idealden, gelecekten, felsefeden içten bir şekilde söz ettiğini, emin bir ses tonuyla “biz” dediğini, “diğerleri”ni andığını duymam; kendini onların tercümanı olarak gördüğüne şahit olmam onu kendime düşman görmem için yeterlidir. Onda bir tiran müsveddesi, aşağı yukarı bir cellat görürüm; tiranlar kadar, büyük cellatlar kadar nefrete müstahaktır. Her imanın bir tür terör icra etmesindendir bu; ve bunu yerine getirenin “saflar” olması, olayı daha da ürkütücü hale getirir. Kurnazlara, düzenbazlara, zirzoplara güvenilmez; halbuki tarihteki hiçbir büyük kargaşa onlara isnat edilemezdi; hiçbir şeye inanmadıkları için ne yüreklerinize ne de artdüşüncelerinize karışırlar; sizi kendi gevşekliğinizin, ümitsizliğinizin ya da yararsızlığınızın eline bırakırlar; insanlık yaşadığı azıcık refah anlarını onlara borçludur: Fanatiklerin işkence ettiği ve “idealistler”in batırdığı halkları kurtaran onlardır. Doktrinsizdirler, sadece kaprisleri ve çıkarları vardır; ilkeli despotizmin yol açtığı yıkımlardan bin kere daha dayanılır olan uyumlu zaaflardır bunlar. Zira hayattaki bütün kötülükler bir “hayat anlayışı”ndan ileri gelir. Olgunlaşmış bir siyaset adamı, eski Sofistler’in çalışmalarını derinleştirmeli ve şan dersleri almalıdır; – bir de yolsuzluk dersleri… Fanatik ise yolsuzluğa kapılmaz: Bir fikir uğruna öldürüyorsa, onun için pekâlâ ölebilir de; her iki durumda da, tiran veya şehit de olsa, bir canavardır. Bir inanç için acı çekmiş olandan daha tehlikeli varlık yoktur: En büyük zalimler, kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar. Acı, güç iştahını azaltmak şöyle dursun, onu azdırır; zihin de kendini bir soytarının meclisinde bir kurbanınkinden daha rahat hisseder; onu, bir fikir için ölünen gösteriden daha fazla tiksindiren hiçbir şey yoktur… Yücelik ve kan dökmeden bıkıp usandığı için, evrenle eş düzeyde bir taşra sıkıntısının; şüphenin bir olay ve ümidin bir musibet gibi görüneceği değişmezlikte bir Tarih’in hayalini kurar…

Swimming Pool



Cinsellik aslından düşündüğünüz şey midir? Ozon bize bu kez gerçekliği cinsellik üzerinden sembollerle gösteriyor.

Godot'yu Beklerken

15 Aralık 2010 Çarşamba

VLADİMİR- Pişman olalım mı, ne dersin ?

ESTRAGON- Neye ?

VLADİMİR – Şey..

VLADIMIR: Yani insafımıza mı kalmış

ESTRAGON : Evet.

VLADIMIR: Yani iyilikte bulunmak için şart mı sürelim öne?

ESTRAGON: Ne?

VLADIMIR: Akıllıca bir iş doğrusu.

VLADIMIR: Bir ağızdan konuşur hepsi.

ESTRAGON : Her biri kendi kendine.

VLADIMIR: Fısıldarlar daha çok.

ESTRAGON : Hışırdarlar.

VLADIMIR: Mırıldanırlar.

ESTRAGON: Hışırdarlar.

VLADIMIR: Ne derler?

ESTRAGON: Hayatlarından bahsederler.

VLADIMIR: Yaşamış olmak onlara yetmez.

ESTRAGON: Bir de bahsetmeleri gerekir. s.80

VLADAMIR : Oyun oynayalım mı ?

ESTRAGON : Ne oyunu ?

VLADAMIR : Pozzo'yla Lucky'cilik oyunu.

ESTRAGON : Ne yapacağım ?

VLADAMIR : Küfret bana. s.94

Korkuyu Beklerken

14 Aralık 2010 Salı

Sigarayı, acele etmeden yaktım, bir iki nefes çektim.Gerçek heyecanım geçmişti; kendimi ancak düşünerek heyecanlandırabilirdim artık. Yazıya baktım.Anladığım bir dilden değildi.Bunu pek beğenmedim.Sanki hiç bir dilden değil diye mırıldandım, ne söylediğime aldırmadan.Belki yakınımda oturan bir yabancıya gönderilmişti..Garip kelimeler diye düşündüm galiba. Evet, ilk görüşümde ne garip bulmuştum galiba bu mektubu.

Morde ratesden, Esur tinda serg! Teslarom portog tis ugor anleter, ferto tagan ugotahenc metoy-doscent zist. Norgunk! UBOR - METENGA s.39

Tutunamayanlar

Uyuyamıyorum. Uykuda değişeceğimden korkuyorum. Oswald gibi uyanmaktan korkuyorum. Kendimi yormamaya çalışarak bekliyorum yatakta. Oysa, asıl bu bekleyiş yoruyor beni. Terlemeye başladım. Şaşılacak derecede zayıfladım bu terlemeler yüzünden. Önce ellerim, sonra ayaklarım terliyor, sonra bacaklarım, sırtım. Ateşim biraz düşüyor bu terlemelerin sonunda. Tekrar ateşime bakmaya başladım. Yarım saatte bir derece koyuyorum. Annem, bazen dereceyi saklıyor. Terleme geçince yataktan kalkıyorum, çamaşır değiştiriyorum ve evde dolaşmaya başlıyorum. Annemin uyumadığını, yatakta endişe ile beni izlediğini seziyorum. Bazen dayanamıyor, çekingen bir sesle, nasıl olduğumu soruyor. Ona, en aksi bir sesle, anlaşılmaz ve homurtulu bir karşılık veriyorum. Koltukla uyukluyorum çoğu zaman. Ankara’daki evi görüyorum rüyamda. Ev büyüyor, büyüyor, insanlarla dolup taşıyor. Tanıdığım bütün insanlar sığıyor evin içine. Gözlerimle, en önemsiz köşelerine kadar dolaşıyorum evi: annemle babamın pirinç topuzlu karyolasını, tahta kenarlı koltuklarını görüyorum. İstanbul’a taşınırken hepsi satılmıştı. Kafamın içini temizlemek mümkün değil demek ki.
S. 615

The Conformist

11 Aralık 2010 Cumartesi



Bernardo Bertolucci konformizmi tüm çıplaklığıyla gözlerimizin önüne seriyor.

"Tipik yeni İtalyan olduğuna ikna ettin beni. Öyle bir tip henüz yok, onu yaratmaktayız. -Baskı aracılığıyla. -Hayır, örnekler aracılığıyla. Hintyağı içirip hapse atarak, işkence ve şantaj yaparak mı? Anna, lütfen canım, sinirlenme. Clerici faşist. Ben de antifaşistim. Bunu ikimiz de biliyorduk, ama birlikte yemek yiyelim dedik."

Werckmeister Harmonies

7 Aralık 2010 Salı



Neden balina, prens kim birileri neden kasabayı ele geçirmeye çalışıyor. Yalnızlık, korku masumiyet, siyah ve beyaz. Anlaşılmak istenilenin anlaşılmaz vurgusu üzerine. Tiyatral geçişli uzun sekansların eşliğinde bir Béla Tarr sineması.

"Kısa bir zaman için de olsa, bunu aydınlatmam gerek.Şüphe var mı? Sorun teknik olmayıp felsefi bir boyutta. Böylece perde sistemindeki sorgu; bize araştırmalar boyunca inanç sınavı yapmıştır. Sorduğumuz: Bu armonide, inançlarımız neye dayanıyor,her başyapıtın çekirdeği aslında var olan veya olmayan kendi değişmezliğini mi belirtir? Bu konudan bahsetmeliyiz, müziğin içini değil, müziksizliğin biricik farkındalığını araştırmalıyız.Yüzyıllardır üstü kapanan, korkunç bir skandalı açığa çıkarmalıyız. Bu utanç verici durum yüzünden, başyapıtlardaki perde aralıklarının yüzyıllardır yanlış olduğunu anlıyoruz. Demek oluyor ki; bu müziğin armonisi, yankısı ve eşsiz büyüsü tamamıyla yanlış temele oturmuş.Evet, onlar emin olmasalar bile su götürmez bir aldanmadan söz etmeliyiz. Biraz ılımlı yaklaşanlar bile ödün verildiğini geveler. Eserlerin çoğunda saf müzikal tonlamanın bir yanılsamadan ibaret olduğu tamamıyla müzikal perde aralıklarının ise yer bile almadığı bir durum nasıl bir ödün vermedir böyle? Bizden daha talihli çağların var olduğu kabul etmeliyiz. Pythagoras ve Aristoxenes zamanında atalarımız, gerçekle tatmin olmuşlardı çünkü enstrümanları safça akortlanmıştı.Sadece birkaç nota çalıyorlardı çünkü şüpheleri sorun etmiyorlardı. Cennet armonilerinin, tanrıların ülkesinden geldiğini biliyorlardı.Sonradan tüm bunlar yetersiz kaldı. Dengesiz bir kibir, tanrıların bütün armonilerini elde etmek istedi.Kendi kendine oldu. Praetorius'ta, Salinas'ta teknisyenler çözümü bulmak için görevlendirildi. Sonunda bir Andreas Werckmeister, tanrıların sekiz oktavlık armonilerini bölerek sorunu çözdü. On iki yarı tonlamayı, on iki eşit parçaya böldü. Her iki yarım tonun birinde yanıldı.Onluk siyah ton yerine beşlik kullandı ve durumu tutturdu. Bu sözümona sabit-sertlikte akort ve onun hüzünlü geçmişine sırt çevirmeliyiz.Ve doğal yolla akort edilmiş enstrümanlara dönmeliyiz. Werckmeister'ın hatalarını dikkatlice düzeltmeliyiz. Biz, kendimiz, ölçeğin yedi notasına kafa yormalıyız oktav olarak değil ama yedi belirgin ve bağımsız nitelik, aynı cennetin yedi kardeş yıldızı gibi. Cesaretli isek ne yapmalıyız? Bu doğal tonlamanın limitleri vardır ve bu kaygılandırıcı limit yüce bir kişinin imzasını tamamen dışlıyor."

“János’un dilinden güneş tutulması”.

Uyuyan Adam

6 Aralık 2010 Pazartesi

Vakit öldürmenin binbir yolu vardır ve hiçbiri birbirine benzemez, ama hepsi de eş değerdir; bir şey beklememenin bin şekli vardır. Öğrenecek çok şeyin var, öğrenilmeyen her şey: yalnızlık, kayıtsızlık, sabır sessizlik.Tüm alışkanlıklarından, onca zaman yanyana yürüdüğün kişileri görünce yanlarına gitmekten, başkalarının her gün senin için ayırdıkları, hatta bazen senin adına savundukları yerde kahveni içmekten, yemeğini yemekten, bir türlü bitmek bilmeyen dostlukların sıkıcı suç ortaklığında, yıpranan ilişkilerin ödlek ve oportünist kırgınlığında sürünmekten sıyrılmalısın.Yalnızsın ve yalnız olduğun için de saate hiç bakmaman, dakikaları hiç saymaman gerek.Postadan çıkan evrakı ellerin heyecandan titreyererek açmamalısın artık, içinden seni topu topu yetmiş yedi frankçığa, hem de üzerine markan kazınmış bir pasta takımına ya da batı sanatının en değerli eserlerine sahip olmaya çağıran bir el ilanı çıktığında düş kırıklığına uğramamalısın artık. Umut etmeyi, girişimde bulunmayı, başarmayı, diretmeyi unutmalısın.Kendini koyveriyorsun: senin için neredeyse kolay bir şey bu. Çok uzun süredir izlediğin yollardan kaçınıyorsun. Yüzlerin, telefon numaralarının, adreslerin, gülümsemelerin seslerin anısını silmeyi geçip giden zaman bırakıyorsun. Unutmayı öğrendiğini, günün birinde unutmak için kendini zorladığını unutuyorsun. Saint Michel Bulvarı'nda hiçbir şeyi tanımadan, vitrinlerden habersiz, bir aşağı bir yukarı gidip gelen öğrenci seli içinde avere biri olarak dolaşıyorsun. Kahvelere girmiyorsun artık, içeride kaygılı bir tavırla, kimbilir kimi -artık bunu da bilmiyorsun- aramak için ta dipteki salonlara kadar gidip tur atmıyorsun artık.Champollion sokağında yedi sinemanın önünde her iki saatte bir oluşan kuyruklarda kimseyi aramıyorsun artık. Sorbonne'un büyük avlusunda acı çeken bir ruh gibi dolaşmıyor, sınıfların çıkış saatine yetişmek için uzun koridorları arşınlamıyor, merhabaları, gülümsemeler, tanışıklık belirtilerini yakalamak için kütüphaneye gitmiyorsun.

Yalnızsız, yalnız bir adam gibi yürümeyi, aylak aylak dolaşmayı, sürtmeyi, bakmadan görmeyi, görmeden bakmayı öğreniyorsun.Saydamlığı, hareketsizliği, varolmayışı öğreniyorsun. Bir gölge olmayı ve insanların hepsine birer taşmış gibi bakmayı öğreniyorsun. Oturur durumda, yatar durumda kalkmayı, ayakta durmayı öğreniyorsun.Her lokmayı çiğnemeyi, ağzına götürdüğün her parça yiyecekte aynı manasız tadı bulmayı öğreniyorsun.Resim galerilerinde sergilenen tablolara sanki duvar parçalarıymış, yavan parçalarıymış gibi, duvarlara, tavanlara da yağlı boya resimlermiş gibi bakmayı öğreniyorsun, üstlerinde hep başa dönen onlarca, binlerce yolu, amansız labirentleri, kimsenin çözemeyeceği metni, parçalanmakta olan yüzleri bıkmadan yorulmadan izliyorsun. s.40.41

Notre Musique



Godard'ın infernosu.

"Hayat ucunda mutlak yenilgi olan bir varoluş mücadelesidir"

"Doğa, yaşayan sütunların bazen kelimeleri bulanıklaştırarak içeri girmesine izin veren bir tapınaktır". "İnsan tanıdık bakışlarla kendisini izleyen semboller ormanından geçer". Eğer günümüz sonu gelmez bir yıkım gücüne ulaştıysa, imgeleri maddeleştiren, rüyaları açığa çıkaran, anıları güçlendiren, sonu gelmez yaratma gücü yaratan bir devrim yapmak zorundayız. "

Krallık ve Cehennem bölümü

Jurnal

5 Aralık 2010 Pazar

Her kadında yalnız seni aradım, kiminde saçların vardı, kiminde tenin, kiminde kahkahanın bir parçası. Bütün yazdıklarım bir davetti, bir arayışdı. Sana açılan bir kucaktı, her kitabım. Ders verirken senin için konuşuyordum. Seni seviyorum dediğim her kadında sevdiğim sendin. Ve yoktun ortada. Sana cehennemim ve cennetim dediğim zaman, Dantem benim, diye cevap vermiştin. Beatriçem, Dante’yi Beatrice yarattı. “Komedya” bir şükranın, bir hayranlığın, bir vecdin kasidesi. Çok yorgunum, Beatriçem benim. Asırlara değil, sana seslenmek istiyorum. Şöhretten, ebediyetten bana ne? İstiyorum ki, bütün yazdıklarımı ve bütün yazacaklarımı yalnız sen okuyasın...

Le Charme Discret De La Bourgeoisie

3 Aralık 2010 Cuma



Burjuva, kilise ve ordu rüyaların eşliğinde Luis Buñuel eliyle bir kara mizaha dönüşüyor.

Sek martiniden daha iyi sakinleştirici yoktur dünyada.Bir kadın dergisinde okudum. Bana bırakın, ben hazırlayacağım. Maalesef, bu bardaklar pek uygun değil. Moda değişti. Aslında sek martini için en uygunu, koni biçiminde, klasik bardaklardır. - İşte burada. - Evet, aşağı yukarı böyle bir şey. Öncelikle, en önemlisi buzdur. Son derece kaliteli olmalı, çok soğuk, çok sert. Sıfırın altında on beş, on altı derece. Tıpkı bunun gibi. Ne yapıyorsun orada? Cini koyarsınız böyle. Soğutmak için çalkalanır, sonra servis yapılır. Raphael iyi bilir, sek martini şampanya gibi içilir. Biraz çiğnemek gerekir. Bakın! Çok ilginç bir deney yapacağız. Şoförünü çağır. - Şoförümü mü? Onu ne yapacaksın? - Göreceksiniz. Hayatım eğer istersen, New York'ta 1935'te modaydı. Üç dört damla da soda ekle. - Maurice, bir saniye gelir misiniz? - Derhal Sayın Elçi. İçeri gel. Maurice, bizimle birlikte bir kadeh içmenizi istiyoruz. Sağ olun Mösyö. - Sağlığınıza, hanımlar beyler. - Sağlığınıza Maurice, sağlığınıza. Çok güzel Maurice. Gidebilirsiniz. Teşekkürler.