Bir çeşit insan vardır ki, hayattan bir şey beklememeye alışmıştır; ne yaptığı bir iş, ne de çektiği acı için bir karşılık umar. Ne olursa olsun, hiç kimseden, hatta yardım ettiklerinden bile bir şey beklemez. Dolayısıyla, ancak dilediği zaman başkalarına yardım eder. Tıpkı benim gibi.
Kimbilir kaç kez o güvenli ve yerinde karara vardık: Ondan 'uzak duracak', ona sanki her şey şimdi başlıyormuş gibi davranacak, bu arada da onun her tutumunu biliyor olmanın getirdiği büyük avantaja sahip olacaktık. Ve kimbilir kaç kez bunu başaramadık? Niçinine bir bakalım. Yalnızlıkla bütünleşip onun karşısında kurban rolünü oynadık. Onun karşısında sakin ve hazır olmalısın; yalnızlığına dalmalısın. Artık kaya ol, dalga değil. '33'nte sandaldaki sağlamlığına yeniden kavuş. Boşalan içsel enerjini tazele. Rıza göster, talep etme. Bekle. Her dürtünün seni nerelere götüreceğini gör. O bildik alçaltıcı durumlara götüren bütün dürtülere egemen ol. Bunu yapamazsan, hiçbir şey yapamazsın.
Yaşama Uğraşı
18 Şubat 2011 Cuma
Gönderen
Unknown
zaman:
13:21
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Cesare Pavese,
Kitap
The Passion of Anna
17 Şubat 2011 Perşembe
Bir çok Bergman filmi izlemiş olmama rağmen bu film ile kendi Bergman silüetimi farklılaştırdığımı düşünüyorum bunun sebebi olarak filmin içindeki yönetmenin deneysel duran oyuncularına yüklediği karakterleri analiz etme görevleri gösterilebilir ama hayır, Andreas'ın kendi içine yolculuğunu dışa vurduğu tiradı Anna'nın kendi olgusuna olan sözleri belki de buna sebeptir. Kim bilir belki de hiçbiridir.
Anna
Andreas
Andreas
Gönderen
Unknown
zaman:
15:16
2
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Ingmar Bergman,
Sinema
El Topo
15 Şubat 2011 Salı
“Köstebek yeraltında tüneller kazan bir hayvandır. Güneş arayışı içinde bazen yeryüzüne çıkar. Güneşi gördüğünde ise körleşir.” Şilili yönetmen Alejandro Jodorowsky'nin metafor bombardımanına bu sözlerle giriyoruz. 4 kısımdan oluşan hikayede akla gelebilecek bir sürü soru ve bir sürü cevapsız başlık bulmak mümkün sinemanın o cevap aramayışına ve sorunları dile getirişine teslim olmak gerekiyor. Alejandro Jodorowsky'de kendisini anlatırken Şili’de, Rus bir baba ve Rus kökenli Arjantinli bir anneden doğdum. “Çocuklar Rus olduğum için, gençler Yahudi olduğum için, Fransızlar Şilili olduğum için, Meksikalılar da Fransız olduğum için beni kabul etmediler, Amerikalılar ise beni Meksikalı zannettiler”. diyerek sadece bir yeri işaret etmenin anlamına saklıyor kendisini.
İşte Köstebek şimdi doğu ve batıyı dinleri ve ahlak'ı kendi penceresinden toprağın altından çıkartıyor.
Gönderen
Unknown
zaman:
06:40
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Alejandro Jodorowsky,
Sinema
The Cranes are Flying
14 Şubat 2011 Pazartesi
Gökyüzüne bak leylekler uçuyor bir gemi gibi süzülüyorlar. Ve savaş tüm yıkıcılığı ile şehirleri evleri yıkıyor, belki de bunlardan fazla insanları. Çaresizlik sarıyor tüm gökyüzünü leyleklerin aksine, ne olursa olsun umut her zaman taze kalmalı değil mi? Hem de her ne olursa olsun. Savaş ne denli kötü de olsa biz umutsuz olmamalıyız. Bir müddet uzaklara savrulacağız belki, birbirimizi göremeyeceğiz; olsun yeniden bir araya gelmek yeniden sevmek için belki de. Kim bilir belki o zaman leylekler yeniden gökyüzünde uçarlar.
Gönderen
Unknown
zaman:
09:34
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Mikhail Kalatozov,
Sinema
Otoyol Uykusu
Köle ticaretinin insanın genel ahlak kaideleriyle bağdaşmadığını fark ettiğimden, görevden affımı istemiştim.Artık beyaz şahinimle uzun otoyol yolculuklarına çıkıyor, bir zamanlar otoyol üzerinde yaya olarak yaptığım çılgınlıkların bir eşini otomobille deniyordum. Yaptığım manevralarda ölümden kıl payı kurtuluyor olmam, beni bütün derdimin ölüm denen o eşsiz hadiseyle hesaplaşmak, onunla yarışmak olduğu yolunda bir kanıya vardırmıştı. Otomobilimin arkasına bir edebiyat dergisinden aklımda kalan iki dizeyi hislerime tercüman olsunlar kabilinden kocaman harfle yazmış ve maceraperestliğimin harikulade bir ifadesi olarak gördüğüm bu dizelerin sahibine minnet duymuştum. "Yar ölüm benimlen yarışıyor / Daha güzel bir sevgili olmaya"
Otoyollarda direksiyon başında geçen uzun saatlerde yepyeni bir alışkanlık edinmiştim. Bir süre sonra düşler ummanına dalıyor, ne uyur ne de uyanık bir halde zamanın koca boşluğunda salınıp duruyordum. Kimileyin gezegenlerde Küçük Prens'le dünya ahvali üzerine gevezeliklere dalıyor, kimileyin Nemeçek'le birlik edip Palm Sokağı'nı kurtarıyordum.Düşlerden birinde Çöp Kız Selma ile Pippi Uzunçorap'ın akraba olduklarını keşfettim.Keşfimi onlara açtığımda elele tutuştular ve gülümseyerek bana baktılar. Ne kadar da safsın dediler...
Tweet
Otoyollarda direksiyon başında geçen uzun saatlerde yepyeni bir alışkanlık edinmiştim. Bir süre sonra düşler ummanına dalıyor, ne uyur ne de uyanık bir halde zamanın koca boşluğunda salınıp duruyordum. Kimileyin gezegenlerde Küçük Prens'le dünya ahvali üzerine gevezeliklere dalıyor, kimileyin Nemeçek'le birlik edip Palm Sokağı'nı kurtarıyordum.Düşlerden birinde Çöp Kız Selma ile Pippi Uzunçorap'ın akraba olduklarını keşfettim.Keşfimi onlara açtığımda elele tutuştular ve gülümseyerek bana baktılar. Ne kadar da safsın dediler...
Gönderen
Unknown
zaman:
09:30
1 yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Kemal Sayar,
Kitap
Vargtimmen
13 Şubat 2011 Pazar
Yine gece olacak ve biz uyuyamayacağız. Belki de saniyeler sandığımızdan daha uzundur ve uzun süre beraber yaşamak değil midir insanları birbirlerine benzeten? Kukları yapanlar hayellerimizide yapıyorlar. Ben kimim? Kıskanç birisi miyim sadece? Bu ada bu ev bu şato nereye aitiz.
Gönderen
Unknown
zaman:
12:20
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Ingmar Bergman,
Sinema
Budala
Prens, odanın bir köşesinde oturmuş özenle yazısını hazırlarken bütün bu konuşmaları duymuştu.Yazsını bitirerek masaya yaklaştı, kağıdı Genarel'e uzattı.O arada potreye dikkatlice ve merakla baktıktan sonra, demek Nastasya Filippovna bu ha dedi? ve hemen içtenlikle ekledi. İnanılmaz derecede güzel bir kadın. Gerçekten de çok güzel bir kadının resmiydi bu. Üzerinde son derece sade, siyah, zarif ipek bir elbise vardı.Koyu kumral saçları basit ve özensiz bir biçimde toplanmıştı.Koyu renkli gözlerinin bakışları çok derindi; alnının düşünceli bir ifadesi vardı.Yüzündeki anlatım ihtiraslı ve gururluydu.Ancak yüzü biraz zayıf ve solgundu
Tweet
Gönderen
Unknown
zaman:
12:10
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Fyodor Mihailoviç Dostoyevski,
Kitap
Europa
12 Şubat 2011 Cumartesi
Şimdi sesimi dikkatle dinleyin biraz sonra her sayı ve sözcükle biraz daha geçmişe gideceksiniz. Bir,iki,üç... 1945 Almanya'sında, müttefik güçlerin kontrolünde savaşın hemen sonrasındasınız. Burası Avrupa. Her türlü olumsuzluğa rağmen trenleri hayal edin şimdi de seslerini duymaya çalışın. Kimleri taşıdığını kimlere hizmet ettiğini ve nereye gitiklerini eğer bir trendeyseniz arada kalmışsınız demektir iki tarafın tam ortasında bir tarafa bağlı olmayışınızın temsiliyetiyle. Ne Alman ne de Amerikalı ne yeni ne eski ne geçmiş ne de gelecek ya da siyah ile beyaz arasında gidip gelen birisi mi demeliyim.
Gönderen
Unknown
zaman:
10:29
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Lars von Trier,
Sinema
Her Şeyin Sonundayım
Ankara, Ekim, 1966 Odanın içinde geziyorum. Bazı bazı burada gezinmem gerekiyor.Resimlere, duvarlara, kendi resimlerime bakıyorum.Hep Bach'ın süitlerinin ilk kısmını dinliyorum.Hiç yemek yemedim bugün.Öyle sanıyorum ki artık hiç yemek yemeyeceğim.Uyumayacağım.Çünkü artık uyuyan ben değilim.Ben beni bunaltıyor.Ben'in yazdığı bu satırlar canımı sıkıyor benim. Tezer
Bir ben.Diğer benler gibi.Bugün eski ben'lerimden biri olduğumu duydum.Karşılıklı gülsek.Gülebilir miyiz dersin?Gülebilir misin?
Bu gece okuyacak bir şey bulamıyorum.Bugün senin Bozgun'u okumaya çalıştım.Üç kelime okuyabildim. Elim, elimden çıkan kelimeler benden uzaklaşıyor.Bu satırlar ben değil artık. Kafamdan geçenleri yazamam. Bir şey geçmiyor çünkü
Tweet
Bir ben.Diğer benler gibi.Bugün eski ben'lerimden biri olduğumu duydum.Karşılıklı gülsek.Gülebilir miyiz dersin?Gülebilir misin?
Bu gece okuyacak bir şey bulamıyorum.Bugün senin Bozgun'u okumaya çalıştım.Üç kelime okuyabildim. Elim, elimden çıkan kelimeler benden uzaklaşıyor.Bu satırlar ben değil artık. Kafamdan geçenleri yazamam. Bir şey geçmiyor çünkü
Gönderen
Unknown
zaman:
09:23
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Ferit Edgü,
Kitap,
Tezer Özlü
Kárhozat
11 Şubat 2011 Cuma
Lanetli bir aşk mı? Yoksa varolmanın o ezici ağırlığında kaybolan insanın sessizliği mi? Kamera dakikalarca planın üzerinde kalır bitmyecek sanılan o anların hissi öylesine kuvvetli belli ederki kendisini insan şimdi delireceğim tam şimdi delirmeliyim demeyi bekler. Dış dünyanın seslerine kulak verirsiniz her sahnesinde bu bazen bir çekicin inip kalkması bazen rayların sesleri bazen de fabrikanın çarklarıdır. Gerçeğin acıtıcılığını duyurur sesler. Sevgi lanetlemiştir.
"Sana inandığım şekilde inanabileceğim birisinin olacağına daha önce inanmıyordum. Birisi beni konuşmaya değeceğine inandırdı. Seni anlıyorum, seni sevdiğimi fark ettim ve bu sevgi bitmeyecek. Sen bu öykünün dışında kalabilirsin. Bir şey istemiyorum..."
Gönderen
Unknown
zaman:
13:14
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Bu Bir Pipo Değildir
10 Şubat 2011 Perşembe
Gördüğünüz gördüğümüz müdür? Bu bir pipodur.Mudur? Birinci çizim sadece yalınlığıyla şaşkınlık uyandırır. İkincisi kasıtlı belirsizlikleri göz önüne serip çoğaltıyor. Şövalenin üzerinde dik duran ve ahşap kamalara dayanan çerçeve, bir ressamın tablosunun söz konusu olduğunu belirtiyor.
Tweet
Gönderen
Unknown
zaman:
06:07
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Kitap,
Michel Foucault
Certified Copy
8 Şubat 2011 Salı
Bir çift nasıl olmalıdır ? Hayır, hayır bir çift nasıl görünebilir. Hayaller, beklentiler ve gerçek Abbas Kiarostami'nin gözünden...
Gönderen
Unknown
zaman:
07:51
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Abbas Kiarostami,
Sinema
Milena'ya Mektuplar
Anladığım kadarı ile Milena ikimiz de çok çekingen ve ürkek kişileriz. Birbirimize gönderdiğimiz mektuplar o kadar çekingen o kadar korku dolu ki. Cevaplar dersen onlar ayrı bir korku kaynağı ikimize de doğuştan gelmemiş bu özellikler ama ben de huy edinmiş artık. Bir odadayız Milena. Birbirine bakan iki kapının ardındayız ama ayrı ayrı. Biri açacak olsa diğeri hemen ürküp kapıyor kapıyı. Halbuki bu iki kişi ürkeklik olarak bu kadar benzemeseler, biri diğerine hiç aldırış etmese açsa kapıyı çıksa dışarı odayı düzenlese. Ama hayır o da en az diğeri kadar ürküyor ve saklanıyor kapısının ardına ve o güzelim oda bomboş kalıyor ortada.
Ah Milena... Denize düşmüşüz sanki, elimizde olmadan oradan oraya sürükleniyoruz... Boğulmuyorsak, bu da kötülük olsun diyedir. Hergün yazma diye yakarmıştım geçenlerde, yalanım yoktu, içten bir dilekti bu, korkuyordum mektuplarından, rahatlıyordum mektup gelmeyince; bir mektubunu görünce masamın üstünde, bütün gücümü toparlamam gerekiyordu, gücüm hiç ama hiç yetmiyordu- gene de: Bugün şu iki kartın gelemseydi mutsuz olacaktım, hem de ne türlü. Sağol Milena.
Yeryüzünün şu itişip kakışmasını hiçe sayarak, yalnız ikimizi ilgilendiren konulardan söz edebiliyorum sana. Bütün öteki olaylar ilgilendirmez oldu beni. Kötü, çok kötü! Ama ne gelir elden? Dilim dönmüyor, başımı göğsüne dayamış kalmışım öylece.
Balkonda aç bir serçe duruyor ben de ekmek kırıntılarını odanın içine bırakıyorum. Aç olduğu halde, yaşamak için buna ihtiyaç olduğu halde tedirgin bekliyor. Çünkü içerisi onun için bilinmeyen karanlık bir yer. Ekmek onu kendisine çekiyor o da odanın içinde sayılır her şeyiyle bunu istiyor. Sonra silkinip kendine geliyor ve kaçıp gidiyor. Biliyorum kıpırdayıp korkutmasaydım onu korkup kaçmayacaktı oradan. Gelip ihtiyacı olan ekmeği alıp gidecekti…
Tweet
Ah Milena... Denize düşmüşüz sanki, elimizde olmadan oradan oraya sürükleniyoruz... Boğulmuyorsak, bu da kötülük olsun diyedir. Hergün yazma diye yakarmıştım geçenlerde, yalanım yoktu, içten bir dilekti bu, korkuyordum mektuplarından, rahatlıyordum mektup gelmeyince; bir mektubunu görünce masamın üstünde, bütün gücümü toparlamam gerekiyordu, gücüm hiç ama hiç yetmiyordu- gene de: Bugün şu iki kartın gelemseydi mutsuz olacaktım, hem de ne türlü. Sağol Milena.
Yeryüzünün şu itişip kakışmasını hiçe sayarak, yalnız ikimizi ilgilendiren konulardan söz edebiliyorum sana. Bütün öteki olaylar ilgilendirmez oldu beni. Kötü, çok kötü! Ama ne gelir elden? Dilim dönmüyor, başımı göğsüne dayamış kalmışım öylece.
Balkonda aç bir serçe duruyor ben de ekmek kırıntılarını odanın içine bırakıyorum. Aç olduğu halde, yaşamak için buna ihtiyaç olduğu halde tedirgin bekliyor. Çünkü içerisi onun için bilinmeyen karanlık bir yer. Ekmek onu kendisine çekiyor o da odanın içinde sayılır her şeyiyle bunu istiyor. Sonra silkinip kendine geliyor ve kaçıp gidiyor. Biliyorum kıpırdayıp korkutmasaydım onu korkup kaçmayacaktı oradan. Gelip ihtiyacı olan ekmeği alıp gidecekti…
Gönderen
Unknown
zaman:
07:48
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Franz Kafka,
Kitap
Yes
7 Şubat 2011 Pazartesi
Gönderen
Unknown
zaman:
15:43
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Sally Potter,
Sinema
Hitchcock Ya da bir filmi yeniden çekmenin özel bir yolu var mı?
Madeleine'nin saç kesiminde yinelenen buklesi olarak; sonra kilise kulesinin uçurum çemberi olarak ve son olarak eski püskü otel odasında tutkuyla kuçaklaşmış.
Tweet
Gönderen
Unknown
zaman:
15:13
0
yorum
Bunu E-postayla Gönder
BlogThis!
X'te paylaş
Facebook'ta Paylaş
Etiketler:
Kitap,
Slavoj Zizek
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)