Gülünesi Aşklar

30 Kasım 2010 Salı

Bunu tahmin etmek pek güç olmamalı, diyerek ona karşılık verdi başhekim.Ben, berbat bir halde olan modern binalar yerine doğada işemeyi yeğlerim.Doğadayken, o ince altın ip beni mucizevi bir biçimde çok geçmeden toprak, ot ve yeryüzüyle birleştirir. Çünkü Fleischman, ben topraktan geldim ve kısa bir zaman sonra da en azından kısmen, yeniden toprağa döneceğim.Doğada işemek bir gün yeniden tümüyle toprağa döneceğimizi vaat ettiğimiz dinsel bir törendir. Fleischman susuyordu ve başhekim ona, "Ya siz?" Ayı seyretmeye mi geldiniz ? diye sordu. Fleischman inatla susuyordu ve başhekim şöyle ekledi: Bir delisiniz Fleischman, ben de bunun için sizi çok seviyorum. Fleischman başhekimin sözlerini bir alay olarak aldı ve arada bir mesafe bırakmak isteyen bir ses tonuyla "Ayı karıştırmayın işe. Ben de işemeye geldim buraya dedi. Fleischmancığım, dedi başhekim, yumuşak olarak "yaşlanan şefinize karşı müstesna bir sevecenlik belirtisi olarak görüyorum ben bu davranışınızı". Ve her ikisi de yorulmak bilmez çoşku ve durmadan yenilenen görüntülerle kutsal bir törene benzettiği işlemi yerine getirmek üzere meşe ağacının altında dikildiler s.104

Yürümek

Pazartesileri benimle yürümeyeceğiniz düşüncesini aklıma bile getirmek istemem, diyor Oehler. Ve pazartesileri de tek başına yürümek zorunda olmayı hiç düşünemem. s.10

Doğanın kendi umutsuz ve acınası yaratıklarına karşı bu kadar büyük bir kayıtsızlık üretebilmesi.Bu sınırsız acı çekme kapasitesi diyor Oehler. Bu sınırsız üretmenin buluş zenginliği ve felakete dayanıklılık.Bu gerçekten bu sokakta sırf binlere varan bireyin iğrençliği.Aklınız almadan ve umutsuzca bakmak zorundasınız, diyor Oehler, günbegün yığınla yeni ve gittikçe büyüyen insan mutsuzluluğu üretilmesine,bu kadar çok insan çirkinliği ve insan iğrençliği diyor her gün süreklilikle ve görülmemiş inatla.Siz kendinizi tanıyorsunuz, diyor Oehler, tıpkı benim kendimi tanıdığım gibi, işte böyle bütün bu insanlar da, bizden başkası değiller, ama buna rağmen mutsuz ve umutsuz ve temelden kayıplar.O, Oehler, radikal biçimde konuşacak olursak, insanlığın bütünüyle yok olmasından yana, ona kalsaydı, artık çocuk, bir teki bile ve dolayısıyla insan, bir teki bile olmamalı, dünya yavaş yavaş ölüyor diyor,Oehler, gittikçe daha az insan sonunda sadece bir kaç insan olmalı, sonunda hiçbir insan, hem de hiç mi hiç insan kalmamalı. Ama bu şimdi söylediği,dünyanın yavaş yavaş yittiği ve insanların yavaş yavaş doğal yollarla azaldığı ve dünyadan tamamen yok olmalarını sağlamak, sadece ve artık tamamen bütünsel bir biçimde bir tek düşünçe ile birlikte çalışan beynin taşkınlığıdır ve Oehler bunu bütünüyle saçmalık olarak nitelendiriyor.Elbette yavaş yavaş ölen, sonunda insansız kalan dünya mutlaka en güzeli olurdu, diyor Oehler. Ardından bu düşünce doğal olarak saçmadır diyor. Ama bu, diyor Oehler, gittikçe daha çok insanın gittikçe daha çok artan bir erişilmezlikle ve gittikçe daha büyük bir felaket yarattığının günbegün akıl almaz bir biçimde seyretmek zorunda kalındığı gerçeğini değiştirmez, tıpkı sizin gibi aynı acı çekme kapasitesini ve aynı korkunçluğu ve aynı çirkinliği ve aynı iğrençliği yaptığını ve yıllar geçtikçe hep daha büyük bir acı çekme kapasitesine ve korkunçluğa ve çirkinliğe ve iğrençliğe dönüştüğünü. s.18-19

Çünkü gerçektende uzun süre aynı yoğunlukta yürümek ve düşünmek olanaksızdır bir defa yoğun yürürüz ama, yürüdüğümüz yoğunlukta düşünmeyiz sonra yoğun düşünürüz ve düşündüğümüz yoğunlukta yürümeyiz. Bir defa yürüdüğümüzden daha yüksek bir düşünce bilincinde düşünürüz ve bir defa düşündüğümüzden çok daha yüksek düşünme bilincinde yürürüz ama aynı düşünce bilinciyle yürüyüp düşünebiliriz diyor…s.62

Vivre Sa Vie

29 Kasım 2010 Pazartesi



Birdenbire söyleyeceklerimi unuttum; bu bana çok sık olur. Ne söylemek istediğimi bilirim. Neden söylemek istediğimi bilirim. Ama konuşma zamanı geldiğinde, konuşamam.
- Bu herkesin başına gelir. "Üç Silahşörler"i hiç okudun mu? - Hayır. Ama filmini gördüm. Neden? -Çünkü, orada bir Porthos vardır.Aslında "Yirmi Yıl Sonra"dan bahsediyorum. Porthos, uzun boylu, güçlü, biraz da aptal biridir.Hayatı boyunca hiçbir şeyi düşünmemiştir. Bir mahzene orayı havaya uçurmak için bomba yerleştirmesi gerekmektedir. Bunu yapar. Bombayı yerleştirir, fitili ateşler. Sonra da elbette koşarak uzaklaşır. Ama o an, birden düşünmeye başlar. Koşarken adımlar birbirini bu kadar seri bir şekilde nasıl takip etmektedir? Belki bunu daha önce sen de düşünmüşsündür. Bu düşünce yüzünden donar kalır. Hareket edemez, ilerleyemez.Bomba patlar ve mahzen üzerine çöker. İlk etapta güçlü omuzlarıyla direnmeye çalışsa da, bir ya da iki gün içinde, ezilerek hayatını kaybeder. Düşünmeye başladığı ilk an onun ölümünün sebebi olmuştur. -Bana bu hikayeyi neden anlattınız? -Nedeni yok, sadece konuşma olsun diye. -Neden insanlar sürekli konuşmak zorunda? Belki de bu kadar çok konuşmamalı, hayatı sessizce yaşamalıyız. Ne kadar çok konuşursak, kelimeler de anlamlarını o kadar yitiriyor. - Belki. Ama bu mümkün mü? - Bilmiyorum. -Bence konuşmadan yaşayamazdık.

- Ben konuşmadan yaşamak isterdim. - Evet, güzel olurdu, değil mi? İnsanların birbirlerini daha çok sevmeleri gibi. -Ama maalesef mümkün değil. - Ama neden? Sözcükler sadece insanların düşüncelerini ifade etmeli. Bize ihanet etmemeli. - Doğru ama biz de onlara ihanet ediyoruz. İnsan kendini ifade etmeliydi. Ve o bunu, yazarak yaptı. Düşün, Platon gibi biri hâlâ anlaşılıyor - anlaşılabiliyor. O, Eski Yunan'da yaşamıştı, 2500 yıl önce. Şu an kimse o dili bilmiyor, en azından tam olarak. Buna rağmen, hâlâ bizlere ulaşıyor. İşte bu yüzden kendimizi ifade ediyoruz. Ve etmek zorundayız. -Neden? Birbirimizi anlamak için mi? -Düşünmek zorundayız ve düşünmek için de sözcüklere ihtiyacımız var. Çünkü düşünmenin başka bir yolu yok. İletişim kurabilmek için konuşmalıyız; hayatın gereklerinden biri de bu. -Evet ama bu çok zor. Bence hayat kolay olmalı.Sizin "Üç Silahşörler" konuşmanız iyi bir hikaye olabilir.Ama korkunçtu.-Evet ama bir işaret noktası vardı.Bence, insan ancak bir süre yaşamdan feragat ettiği zaman konuşmayı öğrenir. - Bedel budur. - Yani konuşmak ölümcül müdür? -Konuşmak neredeyse bir yeniden doğuş demektir. Bir anlamda, yaşamın diğer boyutudur. Yani bir insan konuşabilmek için, yaşamının konuşma olmayan bölümünden geçiş yapmalıdır.Söylemek istediğim şeyi net olarak ifade edemiyor olabilirim ama İnsanı, düzgün bir şekilde konuşmaktan alıkoyan şey,yaşamdaki bu ikilemin farkında olmayışından kaynaklanmaktadır.Ama insan günlük yaşamını sürdüremez.Bilemiyorum, bu Ayrımla! Dengeyi kendimiz kurarız. Sessizlikten, sözcüklere geçişimizin sebebi de budur.Bu ikilemin arasında gider geliriz çünkü hayatın devinimi bunu gerektirir. İnsan bu şekilde, günlük yaşamdan daha üstün bir yaşama yükselir: Düşünce yaşamına! Ama işte bu yaşam da, insana, günlük yaşamından tamamiyle sıyrılmasını şart koşar.-O halde, düşünmek ve konuşmak aynı şey midir? -Öyle, öyle. -Bu konuda Platon'un şöyle bir sözü vardır: "Hiç kimse düşünceyi, onu ifade eden sözcüklerden ayıramaz." Düşüncenin zorlayıcı şartı, onun ancak sözcükler vasıtasıyla kavranmasıdır.

-Peki insan, yalan riskini de üstlenmeli midir? -Yalanlar da maceramızın bir parçasıdır. Hatalar ve yalanlar birbirlerine benzer. Tabii burada sıradan yalanlardan
bahsetmiyorum. Birine gideceğine dair söz verirsin; ama canın istemez ve gitmezsin. Görüyorsun ya, bunlar basit şeyler. Ama incelikli bir yalan hatadan biraz daha farklıdır. İnsan bazen düşünür ama bir türlü doğru sözcüğü bulamaz. Bazen ne söyleyeceğini bilemeyişinin sebebi budur. Doğru sözcüğü bulamamaktan korkarsın. Tek açıklaması bu. -İnsan, doğru sözcüğü bulduğundan nasıl emin olabilir? -Çalışması gerekir.Gayret etmelidir.Kişi, kendini doğru bir şekilde ifade edebilmelidir. söylenmesi gerekeni söylemeli,yapılması gerekeni yapmalıdır;incitmeden, zarar vermeden. Her insan doğruyu bulmaya çalışmalı. -Biri bana şöyle demişti: "Her şeyde bir doğru vardır, hatalarda bile." -Bu doğru. Fransa .yüzyılda bu gerçeği göremedi. Onlar, insanların hatalardan kaçınabileceklerini düşündüler. Ve dahası, insanların doğru yolu kolayca bulabileceklerini sandılar. Bu mümkün değildir. Buna karşılık, Kant, Hegel ve Alman Felsefesi ise bizlere, doğruya ulaşmanın tek yolunun hatalardan geçtiğini gösterdi.

-Aşk hakkında ne düşünüyorsunuz? -Onun da üstesinden gelinmeli.Leibnitz, hayattaki anlamlı rastlantılara dikkat çekti. Ne de olsa, hayat kimi zaman tesadüfi, kimi zamansa zaruri gerçeklerin bir bileşkesidir.Alman felsefesi ise bize şunu gösterdi: Hayatta her insan hatalarıyla yaşar. Önemli olan bunlarla baş edebilmektir.-Aşkın, hayatın tek gerçeği olması gerekmiyor mu? -Bunun için, aşkın hep aynı gerçeği işaret etmesi gerekir. Bu güne kadar hiç aşık olduğu şeyin ne olduğunu bilen birine rastladın mı? -Hayır. Yirmili yaşlarında bunu bilemezsin. Yaptığın tek şey, keyfi seçimlerde bulunmaktır. "Seviyorum" kelimesi çoğu zaman fütursuzca sarf edilir. Neyi sevdiğinden emin olmak için ihtiyacın olan şey ise, olgunluktur. Doğruyu aramak! İşte yaşamın gerçeği budur. Ve aşk eğer gerçekse, ancak o zaman bir çözüm olur.

Lord of the Flies

23 Kasım 2010 Salı



Şeytanminaresi bende!

Jack, bırak konuşsun! Şeytanminaresi onda!

Kes sesini sen de! Sen kim oluyorsun da millete emirler veriyorsun? - Avdan anlamazsın. Şarkı söyleyemezsin.

- Ben şefim. Seçildim!

Seçilmiş olman ne fark eder? Milletin ne yapacağına sen mi karar vereceksin? -

Şeytanminaresi Domuzcuk'ta.

- Sen hep Domuzcuk'a arka çık!.

- Jack!- Jack Jack! - Kuralları çiğniyorsun!

- Kimin umurunda? Kurallardan başka bir şeyimiz yok ki bizim!

Kuralların canı cehenneme! Biz güçlüyüz. Biz avlanırız

Sevgili Arsız Ölüm

Derken kar yağmaktan yoruldu.Rüzgar duruldu.Bahar geldi.Tarlalar göverdi.Köyün yaşlı leyleği tısılaya tısılaya gelip köyün başındaki palamut ağacına yuva kurdu. O sıralar köyde, Minare Kırığı'nın "Komünist" olduğunu duyuldu. Çocuklar bir okulun bahçesinde, bir ağılın başında toplaşıp öğretmenlerini beklediler.s.39

Ormanda Ölüm Yokmuş

Yapraklar yerli yerinde duruyordu neyse ki! Orman resimleri, taşlar.Yapraklar da bulutlar gibi rüzgarı görünür kılıyor, yaprakların kıpırtısı, bulutların hareketi olmasa boşluğun ürkütücü derinliğiyle yüz yüze kalırdık. Yatağına uzanıp doyasıya inledikten sonra gözlerini odasının tavanına çaktığı jakaranda dalına verip ümitsiz bir ayıklıkla, "Ne gelecek bilmiyoruz" diye mırıdandı. O zaman, Yasemin'le ormana gitmek için sözleştiklerini anımsadı. Sonra, birlikte yalnızlığa gömüldükleri o boğucu yaz akşamını. Öyle ağlıyordu ki başını kaldırıp Yasemin'e bakamıyordu bile, ama kararı karardı. Ne yapıp yapıp kendimizi bu hava içinde tutmalıyız. Artık sesinde o eski ruh yoktu. "Ne kadar uzatabilirsek..." Gücünün sınırlarına gelip dayandığını, direncinin kırılmak üzere olduğunu hissederek bakışlarını tavana yaptığı bulut resimlerinin üzerinde dolaştırdı ve Yasemin'in kapıya yaklaşan ayak sesini duyunca, odasına saçılacak gündüz kokusundan korunmak ister gibi yorganı yüzüne çekti. Tatlı sarı yapraklar...İncecik. Jakaranda dalını, pencereye doğru uzanan büyük bulutun ucuna çakmıştı. Gözlerinde kalan o yüz...El Greco'nun adamlarının yüzüne benziyordu.s.13

The Idiots (Idioterne)

22 Kasım 2010 Pazartesi



The Idiots. Akılsızlaşmaya, delirmeye çabalayan bir grup insanın hikayesi...

Filmden :

Kimseyi mutlu etmedikten sonra bir toplumun sürekli zenginleşmesinin ne anlamı var? Mesela taş devrini düşün. O zamanlar geri zekalıysan ölürdün. Bugün öyle olmak zorunda değil. Geri zekalı olmak hem lüks, hem de ileriye doğru bir adımdır. Geri zekalılar geleceğin insanlarıdır. İnsan geri zekalılığı bulabilirse, bu tam olarak kendi geri zekalılığıdır.

Kalanlar

Bazen bir şey yaşarken olaya dışardan bakıp, o olayı yazmak için yaşadığım duygusuna kapılıyorum.O zaman içimden bir ses, karşıdakine haksızlık ediyorsun, diyor.Olmaz böyle bir şey diyor.Olayın içine girmeye çalışıyorum.O zamanda kendime haksızlık ediyormuşum gibi oluyor.Böylece kendi özüm ve gözetimim (yazmak için) arasında gidip geliyorum.s.30

Sabun da yerinde yok kibritler de yerinde yok. Kibrit bulunca çakıyorsun.Bakıyorsun ki daha önce çakılmış, gene kutuya konulmuş! s.35

Metroda karşımda oturan yaşlı kadın bağırıyor. Via bok, via vaki via kak kak kak. Sonra dilini dışarıya çıkartıyor.(Yaşama karşı ne kadar doğru bir tavır) s.53

Perde

Tıpkı ilk randevusuna yetişmeden önce makyaj yapan bir kadın gibi, dünya da doğduğumuz anda bize doğru koşarken makyajını çoktan yapmış, maskesini takmış, hazıryorumlardır. Üstelik, ona tek aldananlar da konformistler olmayacaktır; her şeye ve herkese karşı çıkmaya doyamayan asi varlıklar kendilerinin de ne kadar itaatkâr olduğunun farkında değildirler; onlar ancak baş kaldırmaya değer olduklerı şeklinde yorumlanmış şeylere (daha önceden o şekilde yorumlanmış şeylere) karşı başkaldıracaklardır.s.91

Don Quijote Dulcinea'ya aşıktır.Onu şöyle bir görmüştür, hatta belki de hiç görmemiştir.Aşıktır ama kendisinin de söylediği gibi,sırf gezgin şövalyeler aşık olmak zorunda olduğu için aşıktır.Sadakatsizlikler, aldatmalar aşk acıları, bütün bir anlatı edebiyatı bunu ezelden beri bilmektedir.Ama Cervantes'te sorgulanan aşıklar değil aşktır, aşk kavramıın kendisidir.Hiç tanımadığınız kadını seviyorsanız aşk ne demektir.Sadece sevmeye karar vermek mi? Hatta sevmeyi taklit etmek mi? Soru hepimizi ilgilendiriyor: Çocukluğumuzdan beri aşk örnekleri bizleri onları izlemeyi davet etmeseydi, sevmenin ne demek olduğunu bilebilir miydik? s.115

Etika

19 Kasım 2010 Cuma

İnsan ancak, kendine benzer bir başkasına ait olan erdem için haset duyar. s.174

Neden Godard'la Uğraşıyoruz?

17 Kasım 2010 Çarşamba

1.
Çünkü amaç "politika üstüne" ya da "politika konulu" film yapmak değil, politik filmi politik yapmak... Godard geleneksel olarak sinemada (ister klasik Hollywood, isterse "sanatkâr Avrupa" sineması) kendini gizleyen "olağan politikayı" (bazıları buna "ideoloji" veya "sinemacıların kendiliğinden ideolojisi" diyebilirler) ilk eserlerinden itibaren sezmişti... Sinemayla ilgisinin Cahiers du Cinéma dergisinde yürüttüğü bir "eleştiri" kariyeriyle başladığını hatırlayalım... Ama ilk filmlerinden itibaren sinemanın konvansiyonlarını kırma konusunda oldukça bilinçli bir çabayı takip edebiliyoruz. Film yapmak anlaşılan JLG için bir politik bilinçlenme sürecinin tetiğini çekmiş görünüyor. Bu süreci bizim de kendi pratiğimizde hissetmek zorunda olmamız bizi Godard ile uğraşmaya davet etti...

Not 1:
Her bakımdan JLG sinemayı politik bir bilinçlenmenin aygıtı olarak kavramış görünüyor. Sinemanın, "en etkili sanat" olarak mesela bir Lenin tarafından keşfi, sonuçta Eisenstein gibi büyük bir filmcinin ellerinde bir "bilinçlendirme" aracı haline dönüşmesini vaaz ediyordu... Yani Marx'ın o "önce eğitenin eğitilmesi gerekmiyor mu?" sorusu unutulmuş gibiydi... Daha da kötüsü, Lenin erken ölünce sinemaya atfettiği gücün ne manaya geldiği de pek çabuk unutuldu --Vertov film yapamaz hale geldi, Eisenstein iktidarın istediği filmleri yapmak zorunda kaldı... ta ki her ikisi de kanser olup ölene kadar... Her durumda sinema bir "görmeyi" öğrenmedir ve bundan başka bir şey değildir... Groupe Dziga Vertov, Cinéma Vérité ve Godard bu amacın dışına hiçbir zaman çıkmadılar...

Not 2:
Bugün özellikle Türkiye'de, başka Üçüncü Dünya ülkelerinden (İran, Endonezya, Malezya, Afrika ve Latin-Orta Amerika ülkeleri vesaire...) --ve ne yazık ki-- farklı olarak sinema artık "politik" olamıyor... En "politik" konuları çektiğinde bile (Reis Çelik'in o berbat "Hoşçakal Yarın"ı bunun en iyi örneğidir...) onları otoriter-nostaljik (bugünkü deyişle "Kemalist") zihniyetin içine taşıyabilir... Politika nostaljiden en uzak hayat deneyimidir... hep o anla ve gelecekle uğraşır, geleneklerle değil...

Not 3:
Hollywood veya Sovyet Devrimci Sineması (burada yalnızca Sinegöz'ü ve Vertov'u dışarıda bırakıyoruz) "politik" filmi yalnızca siyasi meselelerle ilgilenen bir sinema uğraşısı olarak değerlendiriyordu. Filmelir işleyiş tarzı siyasal değildi, ama içerikleri siyasaldı... bol bol mesaj ve slogan vardı... ama imajlar pek ender olarak (bazen Eisenstein filmlerinde) kendi baylarına politiktiler... Sinemayı politik kılmak onu siyasi meselelerle uğraşmaktan kurtarıp, henüz siyasallaşmamış meselelerle uğraştırarak olabilir... işte o zaman sinemanın ya da videonun siyaset yapmaya başladığını söyleyebilecek hale geliriz...

2.
Çünkü amaç "doğru bir imaj" yapmak değildir, bir imajı "dosdoğru" yapmaktır... "Doğru imaj" denen şeyleri reklamcılara bırakmak gerekiyor... Sinema, kendi tarihi ve evrimi içinde "doğru" imajların nasıl yapılacağını oldukça erken bir dönemde keşfetmişti zaten --Porter ve Griffith, sonra Kuleşov ve Eisenstein, sonuçta "tüm zamanlar" (sinema eleştirmenlerinin en hoşlandıkları lafın bu "tüm zamanların en..." olduğunu unutmayalım) için geçerli olduğu varsayılan bütün sinematografik biçimleri (montaj, kadraj, eylem, filmik kahraman vesaire vesaire) keşfetmiştiler... Oysa Godard'la birlikte, sürekli ağır bombardımanı altında olduğumuz bu "doğru imajlar"ın ötesinde, "herhanki bir imajı" nasıl güçlendireceğimizi, konvansiyonlarından ve klişe-yapılarından nasıl söküp alabileceğimi sormak zorundayız...

Not 1:
"Non pas une image juste, mais juste une image" Godard sinematografisinin temel sloganı... "Doğru imaj" sinema için bugün genel hayat için "politically correct" (politik bakımdan doğru) diye önerilen yaşam biçiminin bir izdüşümüdür. Bu imajlarda şiddetin, aşırı seksin ve "doğru olmayan" görüntülerin dışlanması beklenir. Sinematografik açıdan "doğru imaj" anlatının sürekliliğini ve iç uyumunu bozmayan, kendini seyirciye yabancı kılmayacak, onun hayatta alışmış olduğu anlatı ilkelerine yabancı gelmeyecek imajların toplamından ve zincirinden başka bir şey değildir.

Not 2:
"Tüm zamanların en iyi beş-on filmi" yerine "tüm zamanların en iyi iki üç fikrini" öneriyorsak ve burada Godard'la buluşuyorsak bunun nedeni kaçınamadığımız bir ayıklıktır: "doğru" fikir ya da "imaj" yerine oturur... yapması gereken şey önceden bellidir, istenmiş, talep edilmiştir... genel bir "tüketici" tarafından... imajın "dosdoğru" olması... herhangi imaj ise hakkının verilmesini, içine sarılıp sarmalanmış olduğu klişeden kurtarılmayı, sökülüp çıkarılmayı talep eder...

3.
Çünkü Godard bütün eleştirmenlerini gülünç bir duruma düşürmeyi başarıyor... Bazıları A Bout de Souffle (Serseri Aşıklar = Nefes Nefese) gibi bir filmi klasik "serseri" filmi olarak yorumlamıştı... Hani şu Hollywood'dan pek alışık olduğumuz, bir zamanlar James Dean mitolojisinde esas modelini bulan şey... Ama oradaki sersemletici ritm içinde yaşayan yalnızca o "büyüleyici serseri" Jean-Paul Belmondo değil, şehrimizin mutlak kıpırtılar egemenliği altında, neredeyse kendi jestlerimize bile sahip olamayan, evimize çekildiğimiz andan itibaren de imajların mutlak ideolojik bombardımanı altında bir "herkesin herkesle savaşını" yaşamaya mecbur kalan biziz... hepimiziz... İşte bu yüzden Godard filmleri daha ilk kareden itibaren politiktirler...

Not 1:
Sinema mitolojiktir veya mit üretmeden, star üretmeden yapamaz... işte Godard'ın o tuhaf hatırlatması: "... birisi Beethoven'den hoşlanıp Sting'den nefret eden, öteki ise tersini hisseden bir karıkoca için hiçbir mesele yoktur; ama eşlerden biri Spielberg'den hoşlanıyor, öteki nefret ediyorsa ayrılık ergeç mukadderdir... çünkü sinema hala dünyanın bir temsilidir..." Bu sözleri bir espri diye geçmeyip --ya da esprinin üzerinde sıkıca durup-- ciddiye alıyoruz: sinema gerçekten herhangi bir sanata ya da meseleye göre (bunlara eşler arasındaki politik görüş farklılıkları da dahildir) çok daha radikal bir şekilde hayatı ve hayata bakış açılarını (bazıları Weltanschauung, yani "dünya görüşü" demeyi hala tercih ediyorlar) temsil ediyor... bu basit bir keyif veya zevk meselesinin ötesinde... işte bu yüzden "kötü film" denebilecek ürünlerin sayısı müzik ya da edebiyat alanında olanlardan zorunlu olarak çok daha fazla...

Not 2:
Genelleşmiş bir Tourette Sendromu yaşıyoruz (Giorgio Agamben)... hayatın, arabaların, trenlerin, zamanın akışı, mekanın dağılış ve yeniden kuruluşları, kısacası sürekli inşaat hali içinde kaslarımıza ve kemiklerimize hakim olabilme şansımız artık yok... üstelik bu --bir zamanlar dersem çelişki olmayacağını düşünüyorum-- okulda (buna dans okulları da dahildir), askeriyede, fabrikada vesaire bize dayatılmış olan bir vücut-jest rejiminden çok farklı... İlk dönemlerinde sinema mimetikti -yitirilmiş jest ve ritüelleri yeniden yakalayıp tespit etmek, yaşatmak uğruna umutsuz bir uğraştı (başta Charles Chaplin olmak üzere Walt Disney, Western, Melodram ve Müzikal Dans...)...

Not 3:
Georg Simmel'in kullandığı anlamda "toplumsal tipler" konusunda ve kapitalizmin doğuşunun ve evriminin Marx'ın önümüze serdiği tarihi konusunda duyarlı olanlar bilirler: ta baştan beri iki proletarya vardı --birincisi bulunduğu yerde, toprağında, orayı işgal eden sermaye tarafından köleleştirilip "yere çakılan" yerleşik proletarya... ikincisi ise gezinip duran, orada burada iş bularak hiçbir birikim sağlamadan hayatını sürdürmeye çalışan, son tahlilde Amerikan rüyası denen Avrupai hastalığa yakalanarak kendini Davis Adası'nda buluveren (Şarlo --The Migrant) "göçmen" ya da "göçebe" proletarya... Birincisi Avrupa'nın modeliyse ikincisi Amerika'nın modeli... Bugünkü proletarya bambaşka bir model üstüne kurulmaya başladı... Artık yalnızca köleler var --ve bu kölelik içinde birileri paranın, ötekiler ise parasızlığın kölesi durumundalar... Ve sömürülmeye başlayan yeni emek biçimlerinin en önemli türü "enformasyon" ve "imajlar" üretimi yapanı...

4.
Çünkü Godard sinema yaptığında orada gördüğümüz insan hastadır... tıpkı gerçek dünyada olduğu gibi... unutulmaması gereken şey, hastanın hep maruz kaldığıdır --önce hastalığa, ardından tedaviye ve muhakkak ki ölüme... İşte Tarihin büyük hastaları:
--Herakleitos... Şöyle bir fragmanı kalmış elimize: "Hekimler kesip dağlayıp sonra da para istiyorlar; hastalıkların zaten yaptığından başka bir şey yapmadıkları halde..." Kendi teorisi uyarınca ölüyor --Efesli hekimlere iltihaplarını nasıl gidereceklerini danışıyor... sonra kendi bildiğini okuyor --ateşin vücuttaki ıslaklığı kurutacağı düşüncesiyle kendini bir tezek yığınına gömüp, işte orada ölüyor...
--Spinoza: hastalığı kaçınılmaz, çünkü geçimini mercek ve gözlük camı yontarak sağlıyor... sonuçta 44 yaşında --herhalde cam tozları yüzünden-- bir akciğer hastalığından ölüyor... ölürken kendisine uygulamak istedikleri uyuşturucuları ve ağrı kesicileri reddediyor... hayatın gücünü ve direncini öyle daha iyi hissedebildiğini söylüyor...
--Marat: cilt hastalığı yüzünden o zamanki tek tedavi olan sürekli banyoda kalma hali onu komplocuların militanı Charlotte Corday'in hançeriyle ölmeye mecbur bırakıyor...
--Nietzsche: hastalığı sürekli, nihai ve onun formülüne göre "hastalık hayata bir bakış tarzı..." Klossowski'nin neredeyse ıspatladığı gibi "deliliği" felsefesinin zorunlu bir sonucu, ya da amacıydı zaten...

5.
Çünkü hastalık bir hayata bakış tarzıdır ve Godard filmlerinde yalnızca bireyler değil toplumlar hastadırlar... Ama bireylerdeki hastalık asla tedavi aramaz, kabul edilmiş, en uç noktalarına kadar taşınmış hastalıklar bunlar... Eğer modern çağda nevrotik bir birey olmak en olağan hal ise bir de doğasında psikotik olan bir toplumda nevrotik olma halinin ne anlama geldiğini sormak gerekir...

6.
Çünkü her şey imajdır ve cisimlere, hayata ve dünyaya dair elimizde imajlardan başka hiçbir şeyimiz yok... Sorun, içinde manipüle edildikleri rejimlerin ellerinden imajları kurtarmakta yatıyor... Bunun için film de yapabilirsiniz, ama düşünebilirsiniz de --filmleriniz de "düşünceli" filmler olabilirler... Genelleştirilmiş hastalığın --globalleşme adı altında, para piyasaları adı altında, siyasi iktidar adı altında bir bulutsu gibi bizi sarıp sarmalamaya başladığı günümüzde...

7.
Çünkü bakışın bir geometrisi, imajların da bir pedagojisi var... ve bunlar iyice öğrenilmeli... görmeyi öğrenmenin gerektiğini burada asla bulaşmayacağımız, ama değinmekten de kendimizi alamayacağımız fenomenoloji düşünürleri zaten söylemekteydiler... hastalıklarla kendine göre bir hesabı olan tıbbın "bakış" geometrisi üzerine, Michel Foucault'nun "Kliniğin Doğuşu: Tıbbi Bakışın Bir Arkeolojisi" (Naissance de la clinique: une archéologie du regard médical- bu kitap için amazon.com'a link beklemeyin, kütüphanede ve elimizde var...) adlı harikulade araştırmasının çerçevesinde epeyce tartışacağız zaten. Ayrıca arkadaşımız Dr. Deniz Dülgeroğlu sayesinde hastane çekimleri yapabilecek durumdayız... Hastalığın hayata bir bakış tarzı olduğunun derinden farkına vararak hastalığa, onun mekansal ve zamansal yayılımına bakmak gibi bir fırsatımız olacağını ve bunun için videografik yazıyı kullanabileceğimizi düşünüyoruz...

8.
Çünkü her imajı tüm bir kainat kuşatır, sarıp sarmalar, onu ya boğar, ya da gevşetir... bu her filmcinin şu ya da bu tarzda bilip tanıdığı bir durumdur... önemli olan bu kainatın bir "iç kaos" mu (Orson Welles ve onun psikanalitik-Nietzscheci eseri) yoksa derimizle her an temas içinde olan bir "nesnel gerçeklik" mi olduğuna karar vermektir. Godard sineması, muhtelif anlarında ve muhtelif güzergâhları üzerinde her ikisini üstüste çakıştıran bir felsefeye sahip...

9.
Çünkü yeni bir antropolojinin ilan edilmesi gerektiğini hissediyoruz... yani yeni bir insanın --buna proleter dediler (Marx, Lenin, Mao), maddi-olmayan emekçi dediler (Tarde, Negri), siborg dediler (Kathy Acker)... Godard'da bu yeni antropolojinin bütün izlerini bulabiliyoruz... ya da bulmaya çalışabiliriz...

10.
Çünkü artık "devrimler çağı"nda olmadığımız çok kolay söylenir hale geldi... Daha geçen yıl ekonomik krizlerin özellikle Üçüncü Dünyada toplumsal patlamalara yol açabileceğini söyleyen Sn. (hem "sayın" hem de "sanal" anlamına geliyor) Kemal Derviş, Türkiye gibi sefil bir Üçüncü Dünya ülkesinde yürürlüğe sokulmak istenen yeni ekonomik düzenin başına IMF ve Dünya Bankası tarafından tayin edildiği andan itibaren bu söylediklerini tümüyle unutmuş görünüyor... Ama biz biliyoruz ki devrim tarihsel, yani olup bitecek bir olay değildir, insanlardaki, çokluklardaki bir özgürleşme eğilimidir... özgürleşmeden başka amacı yoktur... katlanabileceğimiz tek "iyimserlik" bundan ibarettir...

11.
Çünkü Godard, Pasolini'nin söylediği gibi, daha A Bout de Souffle ve Pierrot le Fou'dan itibaren bu yeni antropolojiyi ilan etmeye başlamıştı... Kahramanlara ve eylemlerine alıştırıldığımız Hollywood sineması (ya da Yeşilçam, farketmez...) bir "jestler nostaljisiydi..." Giorgio Agamben'in dediği gibi, jestlerini, geleneklerini, mekanlarını, hatta nostaljilerini bile kaybetmiş bir antropolojik türün (buna modern insan --burjuva veya proleter-- diyebilirsiniz), yitirdiği jestlerini, yolda karşıdan karşıya geçişlerin, çarşı-pazar dolaşmaların, acele ayaküstü sevişmelerin, tesadüfi karşılaşmaların, her köşede beyne inebilecek polis coplarının veya hırsız sopalarının, olası depremin ve ne olduğu bilinmez baz istasyonlarının, evde ve sokakta televizyonun, yeraltında metronun keyfine bırakılmış olan vücudunda yeniden keşfetmeye çalışan bir yaratığın varoluşunu yeniden-yakalamak uğruna keşfettiği yeni bir illüzyon türüydü...

12.
Çünkü "serseri" denen hayat tarzı için "başa gelenlerle" --yani aşk, ihanet, cop darbesi, kurşun ve ölüm-- hayatın kendisi arasında büyük bir ayrım vardır... "biz hayata inanmak istiyoruz" (Gilles Deleuze, özellikle Godard üzerine...)... artık bir Tanrıya değil, inancın kendisine ve gücüne inanmak istiyoruz... Nefes Nefese'de olduğu gibi, hayatın darbeleri yalnızca maruz kaldığımız ve üzerimizde imajlar olarak gururla taşıdığımız yüzey etkileridirler... Hayat ise derinden gelen ve bunları yüzeyde tutan güce denir... Hayatın gücü olmasaydı bunların hiçbirine "yüzeysel" diyemezdik... = katlanılabilir tek optimizm budur...

13.
Çünkü 13 bizim için en "uğurlu" rakamdır...

14.
Çünkü önerilen (önerdiğimiz!...) yeni antropolojik tip yapabileceği hiçbir şey olmadığı anda en azından raksedebilen bir tiptir (Pierrot le Fou)... "J'sais quoi faire..." Bu hem "ne yapacağımı bilemiyorum" hem de "ne yapacağımı biliyorum" anlamına gelir...

15.
Çünkü TDK'dan para alarak "içrek" gibi bir kelimeyi icat edenlerin neden "dışrak" (Türkçedeki o belalı ses uyumu kuralı...) gibi bir kelimeye tenezzül etmediklerini sormak zorundayız... (felsefedeki ve dilbilimdeki "zorunlu karşıt" ilkesi uyarınca...)

16.
Çünkü hallerimizi anlatmak istedikçe dile gitgide daha az güveniyoruz... dilin başkalarına sunduğumuz imajlarımızın söylediğinden çok farklı şeyler anlattığının farkındayız...

17.
Çünkü biliyoruz ki 17. yüzyılda "öznel" denen şey bugün "nesnel" dediğimizdir ve "nesnel" denen şey bugün "öznel" dediğimizdir...

18.
Çünkü bizim için her "özel" mesele aynı zamanda "insanlığın" esas meselesidir... ve karşılıklı olarak "insanlığın her meselesi" benim de "özel" meselemdir... savaş özel meselemdir, televizyon felaketini içimde yaşarım... birine aşık olduğumda bütün aşıklar bununla ilgilidirler...

19.
Çünkü "özel hayat" bize saklı değildir... Kapitalizmin bizi sakladığı bir kozadan, kendisine katlanabilmemiz için bizi içinde tuttuğu bir kozadan başka bir şey değildir "özel hayat"... ve bunu anlamak için herhangi bir JLG filmi izlemek en az Bresson, Welles, Dreyer filmi seyretmek kadar yeterlidir...

Ne Kitapsız Ne Kedisiz

Kitap aracılığıyla beğeni ya da inceliği gösterisi, kitap dışında yaşam bilmemek (kitap dışında bir yaşamı unutmak bilgiliğiyle övünmek... Pek anlamsız göründü bunlar bana Hem kitapça zenginlik, bulunmaz kitapların, ardına düşme, bir çeşir spor; sınırları vardır, tanımak zorundasınızdır; "el elden üstündür" demesini öğrenirsiniz. Bildikleriyle övünmekse bilmediklerimizin - bir şeyler öğrendikçe daha da büyüyen -uçsuz bucaksız ummanı karşısında ne kadar zavallı bir çaba. Kiyap yığdım, hata etmişim; kitap edinmeği marifet sanmıştım "Aradığım şu kitabı bulmazsam ("yaşayamam" der gibi) işimi yapamam" demenin abartı olduğunu sanıyorum. Hiçbir kitap her güçlüğü çözmeyecek.Tamam. s.11

Bir imgeden yararlanarak üretebileceklerimiz, ya da bu imgenin "içine" yerleştirip doldurabileceklerimiz bu imge yardımıyla kavrayıp yorumlayabileceklerimiz tükenmez, tüketilemez. Öyle sanıyorum. s.14

Yeni tanıdığımız insana bakıp, birçok kez, "Aa falancayı ne kadar andırıyor! dememişmiyizdir ilk anda? Sonraları böyle "andırmaları" saçma bulduğumuz da çok olmamamış mıdır? ("Sonraları, diyorum bir daha...) s.44

Uzak

15 Kasım 2010 Pazartesi

Özlediğin, gidip göremediğindir; ama gidip görmek istediğin... Özlem, gidip görememendir, ama gidip görmek istemen... Özlediğin gidip görmek istediğin - ama gidip göremediğin... Özlem, gidip görmek istemen - ama gidememen, görememen; gene de istemen... s.39

Özlem, şuradan belli eder kendini: duran/özleyen, olduğu yerde kalır, giden/özlenen artık görülemez hale gelene dek yerinden kıpırdayamaz; ama özlenen de belli aralıklarla dönüp geri bakar (özleyen hala orada duruyor mu diye değil; özleyenin hala durduğunun bildiğinden,) belki, el sallar, özleyene - o ise, orada, durmamaktadır: böylece özlenen, özleyenin görüş alanında uzaklaştıkça, yükselip durur özlem de - en üst düzeyine, özleyen, özlenenin görüş alanından tam çıktığında tamamiyle görünmez olduğu an da ulaşır- Özlem artık kesindir, yoğun, ve dopdolu...Özleyen çok kısa bir süre daha durur: özlenenin hiç görünemediği noktaya bakarak; sonra yavaşça, geri dönüp yürümeğe başladığında, özlem, doruk noktasını bulur:- Özlemin doruk noktası, özlenenin özleyeni artık göremediği noktadır- özlem, görüşün olmadığı noktada doruğundadır. Özlem görememenin yoğunluğudur. s.40

Çocukluğun Soğuk Geceler

14 Kasım 2010 Pazar

Babamla annem arasında hiçbir sıcaklık hiçbir sevgi yok gibi.Annem onu bir erkek olarak hiç sevmediğini her davranışıyla belli ediyor.Bütün küçük burjuvalar gibi, sorumluluklarının zorunluğu ile bağlılar birbirlerine.Her sabah ve her gece öylesine sevgisiz ki.s.11

Yıllar sonra sabah karanlığında küçüçük ilkokul çocuklarının belleğimden silemediğim vatan şiirlerini ezberleyerek siyah giysiler içinde okula gittiklerini görünce, nemli İstanbul sabahlarında... -Hiçbir yanlış değişmedi, diye düşünmekten kendimi alamıyorum.Bulutları dağıtmak, güneşi avuçlamak, çocuklarla tepelerde koşmak,ağaçları,rüzgarı,güneşi,yağmuru, insanları onlarla birlikte yaşamak istiyorum. s.22

Öfke içinde büyüyoruz.Oturduğumuz semte, sokağa, odalara, eşyalara, kış aylarında güçlükle ısıttığımız eskimiş ortası çukur pamuk yataklara öfke duyarak büyüyoruz.Yaşam yalnızca sokaklarda.Bir canlılık var sokaklarda.Güzel olan, gerçek olan, kentin insanları, kalabalık, dış dünya.Dış dünyanın insanın kulaklarına dolan uğultusu.Diğer ülkeleri aşan,batıda bir okyanusa, doğuda başka bir okyanusa varan uğultu. s.23

Öğrendiklerimi unutacağım.Okulun önünden bir daha hiç geçmeyeceğim.Çıkmaz sokağa ve öğretmen ana babaya da dönmek istemiyorum.Benimle evlenmek isteyen, ağabeyimin arkadaşlarından biri var.Seviyor beni. Eve dönmek için ona gideceğim.Plaklarım, kitaplarım olur.İstediğim zaman yatar, istediğim zaman evden çıkarım.Yalnız gecelerde biter.Çocukluğun soğuk geceleri de.s.30

Aylak Adam

İki saat sonra kalabalığın içinde, sinemadan bir dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi. Düşünüyordu: "Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umuluyor. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar. Saatine baktı: Dört buçuğa beş vardı. "Eve gidip okusam." Durağa yürüdü. "Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birden çıksınlar..." Kafasından geçene güldü. Duraktakiler dönüp baktılar. Kadının biri kaşlarını çattı. Sokakta kendi kendine sesli gülünemeyeceğini bilmeyen yoktu. "Ne adamlar be. Güldüysem güldüm size ne?" Duramadı orada yürüdü. Eve gitmeyecek. İçindeki "sinemadan çıkmış kişi"yi öldürdüler. s.18

Cadde soğuktu, kalabalıktı.İçi bulanıyordu.Sanki dudaklarının derisi kabuk kabuk kalkmıştı.Yaladı; Ağacami'nin duvarının dibine tükürdü.Kusmaktan korktu, geçenler ona bakıyorlardı.Yürüdü.Bu caddenin elbet tenha olduğu zamanlar da vardır.Hiç görmedim ben.Ki bu insanlar.İşten mi dönüyorlar eğlenceye mi gidiyorlar? Şu adamın burnu Gide'nin burnuna benziyor ama nasıl da kasvetliler.Bunların içinde "meçhul denizlerde" balık olmayı isteyen var mı acaba? Belki şu hep önüne bakan adam...Ne güzel okumuştu bu şiiri.Gözleri sulanmıştı. Yoksa kız mısın? Ya karşıda ki şaşı kadın, durmuş kimi bekliyor. Koş bakayım, koş;kaç bu caddeden.Yetişemeyecek. Evet, tramvay kalktı.Neyse, üzülme, bir başkası gelir alır seni.Ama şimdi koştun diye içinde bir utanma var değil mi? s.34

Yürüdü.İşte onu çağırıyorlardı.Aralarında olsun,taşıtlara binsin,ilaç içsin,işesin,yemek yesin istiyorlardı...Ama bu çağrı süreksizdi.Onu bir bildiler mi gitsindi,yaşamasındı.s.65

Kürk Mantolu Madonna

Büyük salonun kapıya yakın duvarının önünde birdenbire durdum . O anda ki hislerimi, bilhassa aradan bu kadar seneler geçtikten sonra, anlatmama imkan yok. Yalnız orada kürk mantolu bir kadın portresinin önünde, mıhlanmış gibi durduğumu hatırlıyorum. Resimleri seyredip geçenler, vücutlarıyla beni sağa sola itiyorlar, fakat ben olduğum yerden ayrılamıyordum. Bu portrede ne vardı ?...

Halbuki o hiç de fevkalade bir adam değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün ...etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilmediğimiz taraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: “Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?” Fakat bunu düşünürken yalnız o adamların dışlarına bakarız; onların da birer kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkum birer dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak kendilerine göre bir iç alemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz. Bu alemin tezahürlerini dışarı vermediklerine bakıp onların manen yaşamadıklarına hükmedecek yerde, en basit bir beşer tecessüsü ile, bu meçhul alemi merak etsek, belki hiç ummadığımız şeyler görmemiz, beklemediğimiz zenginliklerle karşılaşmamız mümkün olur. Fakat insanlar nedense daha ziyade ne bulacaklarını tahmin ettikleri şeyleri araştırmayı tercih ediyorlar. Dibinde bir ejderhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu hiç bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır

Efrasiyab'ın Hikayeleri

8 Kasım 2010 Pazartesi

Yol ayrımında akşama kadar bekledikten sonra ilimdar, gelen bir kamyonu durdurarak söförüyle uzun bir süre konuştu.Herhalde adamla anlamış olmalıydı ki, ona iki Reşat altını verdi.Böylece üçü, şöförün yanında yola koyuldular.Zekeriya Dede'ninde şüpheleri de bu sırada ortaya çıkmaya başladı.Çünkü yol ayrımından doğuya dönmüşlerdi.Gece vakti sınırı geçtiklerinde Arapların ülkesine girdiklerini sanmıştı.Bu garip ülkede pastarlar onları durdurup birkaç kez sual ettiklerinde, İlimdar ben bir Gundiyim bunlarda zavallı bir dede ile torun demişti.İhtiyar kül yutacak biri değildi.Şimdiye kadar sayısız Hac hikayesi dinlemiş, o uçsuz bucaksız ıssız çölleri ve bu çöllerde susuzluktan şehit olan hacıları işitip gözyaşı dökmüştü.Gelgelelim onlar, günlerdir dağlardan tepelerden gidiyorlar, değil bir çöle, bir ovaya bile rast gelmiyorlardı.Üstelik ilerledikleri yönde doğuydu.Kamyon gece yol alırken, şöförün yanında uyuyakalan Zekeriya Dede şöförle birlikte, doğan gneşin ön camdan gelen kuvvetli ışığıyla uyanıveriyor, gözleri kamaştığı için elleri ile siper ederek, o uyku sersemi haliyle kaderine, yani doğuya bakıyordu. Kısaca, bir yanlışlık olduğu muhakkaktı.Duyduğu bildiği kadarıyla Kabe doğuda değil güneyde olmalıydı.Ama sırf yanlış yolda olduklarını İlimdar'a sırf hınzırlığından, bile bile söylemiyor, onun yapmakta olduğu hatayı sürdürmesine adeta bile bile izin veriyordu.Çünkü gittikleri yol konusunda şüphelerini peyderpey söylerse, ona ağzının payını dört dörtlük verme şansı fazla olmayacaktı. Hele yolun sonunda hele bir Mekke'ye varamasınlar, işte o zaman ilimdar'ın hatasını adam akıllı başına kakacak, verip veriştirecek, yerden yere vuracak, zaten haklı olduğu için dünyalar onun olacaktı. İhtiyar aslında haklı gibiydi.Kamyonlar günlerce süren bir yolculuktan sonra Arabistan olduğu çok şüpheli bir yere varmışlardı. İlimdar buranın Bağdat olduğunu söylüyordu. Öyleyse şehrin ortasından geçen şehirde Dicle olmalıydı.

Bir Karı - Kocanın Serüveni

7 Kasım 2010 Pazar

Arturo Massolari işçiydi, sabah altıda sona eren gece vardiyasında çalışıyordu. Eve dönmek için güzel havalarda bisikletle, yağışlı aylarda ve kışın da tramvayla uzun bir yol giderdi. Eve altı kırk beşle yedi arasında, yani karısı Elide’nin çalar saatinin çalmasından bazen az önce, bazen de az sonra varırdı.

İki gürültü: çalar saatin sesiyle, kapıdan giren ayakların sesi çoğu kez Elide’nin zihninde birleşir, uykusunun, yüzü yastığa gömülü, daha birkaç saniye tadını çıkartmaya çalıştığı tıkız sabah uykusunun derinliklerinde yakalardı onu. Sonra birden yataktan fırlar, saçları gözlerinin önünde kör gibi kollarını sabahlığa geçiriverirdi. Mutfakta, işe götürdüğü çantadan boş kapları çıkartıp sefertasını, termosu musluğun içine koymakta olan Arturo’nun karşısına böyle çıkardı. Arturo ocağı yakmış, kahveyi koymuş olurdu. Arturo ona bakar bakmaz, Elide’nin içinden bir elini saçlarına götürmek, gözlerini iyice açmak gelirdi, eve dönen kocasının kendisini hep böyle dağınık, yarı uykulu görmesinden sanki biraz utanırdı. Birlikte uyuduklarında böyle olmazdı, sabah ikisi birlikte uyku mahmurluğunu atmaya çalışır, aynı durumda olurlardı.

Bazen de çalar saatin çalmasından bir dakika önce elinde kahve fincanı, Arturo odaya girip onu uyandırırdı, bu durumda her şey daha doğal olurdu, uykudan sıyrılma tatlı bir tembelliğe bürünürdü, gerinmek için kalkan çıplak kollar en sonunda onun boynuna dolanırlardı. Sarılırlardı birbirlerine. Arturo’nun üstünde su geçirmez montu olurdu, buna değince havanın nasıl olduğunu anlardı kadın: nemli ya da soğuk oluşuna göre yağmur mu yağıyordu, sis mi vardı, kar mı yağıyordu anlardı. Ama yine de sorardı ona: “Hava nasıl?” O ise her zamanki gibi yarı alaycı, anlatmaya koyulurdu, sondan başlayarak karşılaştığı aksilikleri sıralardı, bisikletle gelişini, fabrikadan çıktığında havanın, bir akşam önce fabrikaya gidişteki havadan değişik olduğunu, işle ilgili sorunları, işyerindeki dedikoduları anlatıp dururdu.

O saatte ev yeteri kadar ısıtılmamış olurdu hep, ama Elide soyunur, biraz ürpererek banyoda yıkanırdı. Arkasından Arturo gider, daha telaşsız soyunur, o da yıkanırdı ağır ağır, işyerinin kirini pasını atardı üstünden. İkisi de yarı çıplak, biraz üşüyerek aynı lavabonun başında dururlar, arada itişir, birbirlerinin elinden sabunu, diş macununu kaparlar, bir yandan da birbirlerine söyleyeceklerini söylemeyi sürdürürlerdi, sonra yakınlaşma zamanı gelirdi, kimi kez sırayla sırtlarını ovalamaya yardım ederlerken, araya okşamalar girer, birbirlerine sarılırlardı.

Ama birden Elide, “Saat kaç olmuş,” der, koşup acele ayakta jartiyerini takar, etekliğini giyerken, fırçayı saçlarında aşağı yukarı dolaştırır, dudakları arasında tokalar, yüzünü komodinin aynasına yapıştırırdı. Arturo peşinden gelirdi, bir sigara yakmış olurdu, ayakta durur, sigarasını içerek ona bakardı, her seferinde de hiçbir şey yapamadan orada durmanın sıkıntısını yaşadığı görülürdü. Elide hazırdı artık, paltosunu koridorda giyerdi, öpüşürlerdi, kapıyı açmasıyla merdivenlerden aşağıya indiğinin duyulması bir olurdu.

Arturo tek başına kalırdı. Elide’nin topuklarının basamaklardaki sesini dinlerdi, artık duyulmaz olunca da, hızlı adımların avludan, dış kapıdan geçip kaldırımdan tramvay durağına gidişini zihninden izlemeyi sürdürürdü. Tramvayın gıcırtısını, durmasını, her yolcu binişinde basamağın çıkarttığı sesi iyice duyardı. “Tamam bindi,” diye düşünür, her günkü gibi onu fabrikaya götüren ‘on bir’ numaranın kadınlı erkekli işçi kalabalığı arasına sıkışmış karısını görürdü. Sigarayı söndürür, pencerenin panjurlarını kapatırdı, karanlık olurdu, yatağa girerdi.

Yatak Elide’nin kalktığında bıraktığı gibi olurdu, ama onun, Arturo’nun tarafı neredeyse bozulmamış, sanki yeni yapılmış gibi olurdu. Arturo önce kendi tarafına iyice uzanır, ama sonra bir bacağını öteye, karısının sıcaklığının kaldığı yere uzatırdı, sonra öbür ayağını da uzatırdı oraya, böylece yavaş yavaş Elide’nin tarafına, hala karısının bedeninin biçimini koruyan o ılık çöküntüye geçer, yüzünü onun yastığına, kokusuna gömer, uykuya dalardı...

Yavaşlık

3 Kasım 2010 Çarşamba

Ünün niteliğinin değişmesinin herhalde birkaç ayrıcalıklıdan başkasını pek ırgalamadığını söyleyebilirsiniz. Ama yanılıyorsunuz. Çünkü ün yalnızca ünlü insanlarla değil, herkesle ilgilidir.Günümüzde ünlü insanlar, dergi sayfalarında, televizyon ekranlarında boy gösteriyorlar, herkesin imgelemini istila ediyorlar. Ve herkes, ancak düşlerinde bile olsa böylesine bir ünün (meyhanelere giden Kral Vadav'ın ününün değil, on yedinci yeraltı katındaki banyo teknesine gizlenmiş olan Prens Charles'ın ününün) nesnesi olabilmeye can atıyor, akılları fikirleri böyle bir olasılıkta.Bu olasılık herkesi bir gölge gibi izliyor ve hayatın niteliğini değiştiriyor; çünkü (ve bu varoluş matematiğinin çok iyi bilinen bir başka tanımıdır) canlı varlığın eline geçen her olanak en az olası olanı bile, varlığı tepeden tırnağa değiştiriyor.

Kapitalizm Ve Şizofreni

Gerçekten de, gözlerinizle görmek, ciğerlerinizle nefes almak, ağzınızla yutmak, dilinizle konuşmak, beyninizle düşünmek, bir anüse ve yutağa, kafaya ve bacaklara sahip olmak, böylesine üzücü bir tehlike midir? neden kafanızın üzerinde yürümüyor, sinüslerinizle şarkı söylemiyor, derinizle görmüyor, karnınızla nefes almıyorsunuz: basit şey, entite, varlık, tüm beden, seyahat, anoreksi, deriyle görme, yoga, krişna, sevgi, deney. Psikanalizin: “Dur, kendini yeniden bul” dediği yerde, biz onun yerine : “Daha devam edelim, daha öteye geçelim, organsız beden’imizi bulmadık henüz, kendi benliğimizden verimli şekilde boşanmadık, boşa çıkmadık, azat olmadık.” diyelim. Anamnezi’nin (mutlak hazıfa kaybı) yerine unutmayı koyalım, yorumun yerine deneyi. organsız bedenlerinizi bulun. bunu nasıl yapacağınızı bulun. bu bir ölüm kalım meselesidir, gençlik ve yaşlılık, mutsuzluk ve mutluluk meselesidir.

Ölüm Hükmü

1 Kasım 2010 Pazartesi

Sessizliği kaybettim ve bunun için duyduğum pişmanlık ölçüsüzdür. mutsuzluğun, bir kez konuşmaya başlayan bir insanı nasıl sardığına tanık oldum. sağırlığa bağlı, hareketsiz bi acıydı; bu yüzden soluduğum şey solunamayandır. kendimi yalnız başıma bir odaya kapadım, evde kimse yok, dışarıda da hemen hemen kimse yok ama bu yalnızlığın kendisi bizzat konuşmaya başladı ve karşılığında benim de bu konuşan yalnızlıkla konuşmam gerekir; alayla değil, onun üzerinde daha büyüğü yattığı için; ve her bir söyleneni boğmak ve sessizleştirmek için içine alarak tersine onu sonsuzluğa yankılıyor ve sonsuzluk söylenenin yankısı oluyor.